Birkaç gündür bir türlü aklımdan çıkmayan bir şarkı: İstanbul.
Aslında 2004 tarihli ‘Şehir Rehberi’ adlı albümün ikinci parçası. Şarkıyı seslendiren Pamela Spence adlı biri. Tanımam bilmem.
İngiliz bir baba, Türk bir anne ve memleket acı vatan. Almanya ve Amerika’da geçen çocukluk yıllarının ardından, vakti saati geldiğinde buradaki herkesin gitmek istediği yerden o dümeni buraya kırmış. Söylenenler doğruysa Türkçeyi 15’inde öğrenmiş.
Ben de Pamela’nın şarkısını 15 sene sonra duydum.
Peki, bahse değer ne var bu parçada? Üstelik pop bir şarkıdan söz ettiğimi de unutmuş değilim. Popüler bile değil; düzayak pop.
Yine de bir gradosu var şarkının; tam da sahici pop bir parçadan beklenileceği gibi.
Türk Pop Müziği’nin en temel eksikliği, lâyıkınca pop olamaması. (Bu cümledeki gizli “bile”yi görebiliyor musunuz?) Yani şöyle şıppadanak insanın içini saramaması ve günlerce hatırda kalamaması ve de günü geldiğinde yerini bir başkasına bırakamaması. Doğru, bir değirmendir bu pop dünyası…
Türk Pop’unun temel vasfı ise vasıfsız hayalet şarkılardan müteşekkilliği. Öyle olmayanı da hemencik klâsikleşmede zaten. Erkin Koray, Cem Karaca ve hatta Barış Manço, Cumhuriyet Türkiyesi’nin Mozart’ı adeta.
Pop çağımız insanının meşgale malzemelerinin mühimlerinden.
Dizelerden yap-boz
Söz, müzik ve düzenlemedeki imza Artun Ertürk. Gözümde en az şarkıcı kadar muamma. Yine de şu tespiti dillendirmem mümkün: Parçanın müziği handiyse 3-5 notadan ibaret. Rock’ımtrak bir edaya tıkıştırılmış birkaç nota.
Hayır! Minimallikten bahsetmiyorum. Çünkü bilindiği gibi o anlayıştaki parçalarda da, eserlerde de tekrar edilen melodi (veya öğe) zaten tekrara imkân tanıyacak tarzda baştan tasarlanır. Bu parçadaysa handiyse birkaç notadan ve yegâne bir rock edasından sözetmedeyiz. Ve şarkı boyunca bu eda, bu tını, bir tek sonda değişiyormuş gibileşmede. Dolayısıyla belirgin bir müzikal inceliğe ermiş kimseler için, müzik dinlemek değil, ‘müzik dinlenmek’ vakitlerinde tercih edilebilecek sevimli bir diş kirası. Popun tanıdığı imkân dahilinde tezahür eden rock’vari bir küçük saltanat kayığı.
Zen, Nekropsi, Replikas ve Sidharta gibi ciddi yerli rock gruplarının müziklerindeki gibi incelmiş bir vasıf barındırmadığı hâlde yine de şarkının onca vaktin ardından hayatta kalabilmişliğinin asıl sebebini galiba şarkının müzikalitesinde aramak gerek. (Hayır, müziğinde demek istemedim. İçine söz ile müziğin uyumunun da girdiği müzikalite.) En çok da sözlerinin vasfında.
Nedir bu vasıf? Bir mozaiği andıran narrativlik.
Şarkı sözlerini meydana getiren dizelerin çoğunun birbirinden bağımsız anlamları var. Fakat asıl anlam, bu dizelerden bazılarının bir araya gelerek teşekkül ettirdikleri yeni anlam öbekleri… Dolayısıyla her dinleyici, şarkının sözlerinin açtığı alanda, boşlukları istediği gibi -ve kadar- doldurup hikâyeyi yeniden -ve dilediğince- teşekkül ettirebiliyor.
Üstelik az sonra aynı dinleyici, aynı şarkıya ait bu parçaları dağıtıp yap-bozu yeniden ve bambaşka bir biçimde kurabiliyor. Doğru, neredeyse sonsuzmuş izlenimi veren bir çeşitlilik ihtimalinden bahsediyorum. Üstelik yaş, cinsiyet, kültür, deneyim gibi farklılıkların doğuracağı ortaklaşasızlığı da dışarıda bırakarak.
Haklısınız, bir çeşit sihir bu. Bir illüzyonistin doğum günü pastası kesilmeden sergilediği cinsten elbet.
Öte yandan, sözlerdeki cinselliğe kayan tını da işin dozu tutturulmuş tuzu-biberi.
Haklısınız, şarkıdan bahsetmek için yola çıktım ama yalnızca sözlere dair şeyler söyleyebildim. Demek ki önünde-sonunda bir sabun köpüğünden bahsetmedeyim. Yine de şıpın işi değil de kokusu hatırda kalıcı bir sabun bu.
Dolayısıyla rock edalı bu şarkı, sanal âlemde sürekli güncellenen bir haber sitesi gibi dinlendiği her seferinde yeni bir edaya bürünebilmekte; belli bir dönem en azından.
Rafet el Roman ile Pamela’nın Ortak Noktası
90’larda ünlenen bir isim vardı: Rafet el-Roman. Hayır, Pamela’dan bahsederken Rafet el Roman’ı zikretmemin sebebi, ikisinin de kendilerini Almanya’da idrak etmeleri değil. Çok daha başka: Ahenk meselesi…
Şimdi biz yüz yıldır, kelimenin en kavi manâsıyla ahenksiz yaşamaya mahkûm bırakıldığımız için anlaması zor ama mühim bir mesele bu. Doğru, “Biz poptan ve rocktan bahsederken buraya nasıl geldik? Öyle ya, rock nerede, ahenk nerede?” demekte haksız sayılmazsınız. Şöyle:
Her dil, bir düşünme tarzını ve ifade ahengini beraberinde getirir. Meselâ Aruz, Arap Dili’nin ahenginin bedenlenmiş hâli.
Rock türünün ahenk anlayışı da İngilizceye mahsus. Başka bir ifadeyle bir tek İngilizce’yle sınırlı. Biraz da bu yüzden bizdeki rock, halis-muhlis rocktan çok Anadolu rock. İşte Pamela ile Rafet el Roman’ın ortak noktası: Kısmen bozuk, deforme, marjinal Türkçeleri, her ikisinin telâffuzlarını da rocka daha uygun hâle getirmiş. O kırık telâffuz, İstanbul Türkçesi’nden çok daha rock ‘kaçmakta’.
Bir de şu: Şarkı çalarken dilediğiniz ân hayalen şarkıcısının sesini kısabiliyorsunuz veya o birkaç notanın küçücük meditatifliğine sığınabiliyorsunuz, dilediğinizdeyse söze odaklanabiliyorsunuz.
Her parça bu sahte izlenimi uyandıramaz muhatabında.
Bakalım kaç vakit sürecek Pamela’nın bu beklenmedik muvakkat hükümranlığı?