17 Haziran, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışının 191. yıldönümü… Bir zamanlar hak yolu yaymak için elinden geleni ardına ko’mayan ocağın, ‘baba’ bildiği padişahına isyana dek çürüyüşü…
Aslında Osmanlı’nın ruh röntgenini yansıtan bir kurum Yeniçeri Ocağı. Osmanlı hangi dönemde İslâm bağlılığından taviz vermemişse o dönemde yüce, hangi evrede bu asliyetini yitirmeye başlamışsa o evrede sefil…
Dünyanın ilk düzenli ordusunun yükseliş ve düşüşünün acı hikâyesi…
Dünyanın ilk teşkilâtlı ordusu… Hem üzümünü yediği asmanın dibine ücretini bırakacak denli dinine ve dünya görüşüne tavizsizce bağlı; bu bağlılığın gereği olarak da madde plânında İslâm’ın en mahir bekçisi, hem de görünür görünmez tüm tehlikelere karşı başında beklediği ve “baba” bildiği padişahının başını kalın bir urganla sıkarak canına kastedecek denli büyük zarar verici… Hem en ulviden pay almış, hem de en sefili kıskandıracak kadar aşağı… İşte Yeniçeri bu. Yeniçeri, hem aynı zamanda bu ikisi, hem de en yukarıdan en aşağıya düşmenin tarihi kişisi.
Osmanlı tarihi demek, Yeniçeri’nin tarihi demek. Niçin mi? Yeniçeri ne zaman alçalmışsa bu Osmanlı’nın düşüşü, o ne zaman şahlanmışsa bu Osmanlı’nın yükselişi olmuştur da ondan. Çünkü Osmanlı’yı yükselten değerlerle Yeniçeri’yi yücelten, birini sefalete sürükleyenle öbürünü yerle bir eden değerler aynı: pazarlıksız İslâm bağlılığı veya bu bağlılıkta gevşeklik.
Yıl 1326… Yer Suluca Karahöyük… Yeşilırmak’ın nazlı nazlı aktığı genişçe kıvrımlarından birine yakın, Amasya’ya bağlı küçücük bir bucak. Bütün bir dünyayı kaplayan yeşilliklerin en canlandığı noktalardan birinde izbe bir çatı… Bu çatıya ev demekte zorlanılmasının nedeni, içinde oturandan kaynaklanmakta. Dünyalık edinmektense dünyada edinilmesi en zor olanın peşinde koşan biri oturmakta çünkü burada. Kendini Yaradan’a teslim etmiş, yeşil sarıklı, ak sakallı, başı secdeden, dili zikirden, gönlü Rabb’den uzaklaşmayan bir piri fani. Adı Hacı Bektaş. Kendini adadığı dava, kemali şeriat ölçülerinde bulan bir ruh terbiyesinin okulunu kurmak. Daha sonra bu okulun alacağı ad, hepimizin malûmu.
‘Bunlar Ne Güzel Asker’
İşte bu izbe evin yakınında birkaç atlı peydahlanır. Üzerlerinde, uzun süredir at koşturmuş olduklarının işaretleri… Atlılar dergâhın önüne geldiklerinde saygı dolu bir ses duyulur:
– Sultan Orhan Gazi, Efendi Hazretleri’nin elini öpmeye geldi.
Hacı Bektaş, ak sakalı ve ondan da ak yüzüyle kapıda belirir. Gözlerinde, sefere gönderdiği oğlunun dönüşünü gören baba şefkati ve merhameti…
Osmanlı Devleti’nin ikinci sultanı, besmele ile dergâha girer; el öper ve aynı sıcak muameleyle baş köşeye oturtularak sohbet edilir. Bu uzun yolun tepilmesinin nedeni açılır şeyhe: devlet ve yeni kurulan ordu için dua istimdat etmek.
Birlikte dışarı çıkılır. Orhan Gazi, yeni teşkil ettiği ordunun ilk örneklerinden birkaçını beraberinde getirmiştir. Şeyhin ağzından dökülenleri tahmin edebiliriz:
– Maşallah! Ne güzel askerler bunlar.
Edebali bununla da kalmaz, ilerler ve sağ elini bu askerlerden birinin başı üzerine koyar:
– Bu civanların isimleri Yeniçeri olsun. Yüzleri ak, pazuları kavi, kılıçları keskin olsun; okları her daim hedefini bulsun. Kâfirle her çarpışmalarında muzaffer olalar…
İşte Yeniçerilik’in kuruluşu…
Düzenli Ordu ve Düzen Fikri
Türkler gibi savaşçılığı soyunda taşıyan ve her bireyi bir asker olan bir millet, ne diye ayrıca bir teşkilâtlı orduya ihtiyaç hissetti? Bu sorunun karşılığı, o güne değin oymak kültürüyle yaşayan, ne ki bundan böyle gâvurun karşısında teşkilâtlı bir biçimde çıkma niyetinde yatmakta. Yani artık Türk’ün gözünü diktiği hedef, İslâm’ı yeryüzüne yaymak olduğu için bir devlete, dolayısıyla bu devleti hedefine taşıyacak eğitimli orduya gereksinim var.
Bu uğurda ilkin Yaya adıyla anılan bin kişilik bir sınıf kurulur. Bunların işi-gücü yalnızca savaşmak ve savaşmadığı dönemlerde de savaşa hazırlanmak. 1 akçe günlük alan bu askerler, başlarında onlara bu ruhu aşılayacak merciin yokluğu nedeniyle hızla çürümeye başlamış, dolayısıyla tehlike sunmaya doğru yönelmiş olduğundan, hemen tedbir alınır.
Osmanlı’nın ilk kazaskeri olan, aynı zamanda vezir rütbesini taşıyan Çandarlı Kara Halil, Padişah’a şu öneride bulunur: kışlalarda oturan, işi-gücü gâvura kılıç sallamak olan, yeni bir düzenli asker sınıfı oluşturmak. Bir başka niteliği teşkilâtçılık olan Türk dehası hemen devreye girer ve hızla, Osmanlı tâbiyetine giren, yani Türk ve Müslüman olan Rumlar’dan bin kişilik bir ordu kurulur. Böylelikle, adına sonraları ‘devşirme’ denilecek yöntem de hayata geçirilmiş olur.
Devşirmelerin her birine, tıpkı Yayalar gibi günde 1 akçe ücret ödenir. Bunlar süresiz olarak görev başında kalan, kışlalarda oturan, hiç evlenmeyen, ancak sakat ya da yaşlılık hâllerinde görevlerini bırakabilen, gösterdikleri yararlılıklara göre rütbelerinde ilerleyebilen insanlar. Kısa bir süre sonra tayınları iki ekmek, bugünkü adlandırmaya göre yaklaşık 200 gram et, 100 gram pirinç ve 30 gram yağdan oluşan ve 1 dirhem gündelik alan Yeniçeri ordusu, savaştan uzak kaldıkları ‘hazer’ döneminde, kürsü şeyhlerinden itikat, iman ve vecd dersleri almakta; din inceliklerini öğrenmekte ve ahlâklarını perçinlemekte…
Askerlik ve Fesatçılık
Ne ki devran sürgit böyle yürümez ve Osmanlı’nın ruh plânındaki zaaflarına paralel olarak Yeniçeri de bozulmaya yüz tutar. Bir zamanlar ahlâk ve incelik abidesi niteliğindeki bu kurum, Osmanlı’ya dışarıdan giren her türlü fesadın ilk gözlemlendiği ve filizlendiği yer hâline gelir. Örnek mi? Tütünün Osmanlı’ya girmesiyle birlikte ilk çubuk tiryakilerinin Yeniçeri Ocağı mensupları olduğunu görürüz. Kişilik sahibi her halkta olduğu gibi Türk insanında da yabancı unsura karşı duyulan mesafe sürdüğü hâlde tütün, Yeniçeri Ocağı’nın simgelerinden biri hâline gelir.
Dahası da var: “Bektaşi yolunda şaraba bile izin var.” diye, uzun hazer dönemlerinde sarhoş nidaları sarar Yeniçeri Ocağı’nı. Başını sıvazladığı ilk Yeniçeri’nin izinden gitmesi gereken ordu, Hacı Bektaş bu ilk Yeniçeri’nin başını sıvazlarken giydiği kaftanın kolları hayli uzun, geniş ve enli diye, o kıyafete benzettiği bir üniforma giyecek, dahası başında da bu enli kaftan kolunun tıpkısını taşıyacak denli Bektaşiliğe bağlıyken, bu yolun bozulmasıyla birlikte o da bozulacak, birçok cephede kurtardığı Osmanlı’nın başına belâ kesilecektir.
İşte tam buradan Yeniçeri’nin ruhunu süzebiliriz: İslâm’a bağlı olduğu oranca soylu ve yararlı, ondan uzaklaştığınca soysuz ve zararlı bir kurum.
Fransa Kralı VII. Charles’ın Francs-Archers adıyla kurduğu ilk okçu piyade birliklerinden tam 122 yıl önce varolan Yeniçeri Ordusu, kendisine üflenen ruhu taşıdığı sürece toplumunu ve ordusunu zaferden zafere koşturmuş, tersi baş gösterdiği dönemden itibaren de, bir çıbanbaşı hüviyetine bürünmüş, toplumunu hezimete sürüklemiştir.
Kosova’da, Niğbolu’da, İstanbul’un Fethi’nde, Çaldıran’da, Mohaç’ta, Viyana önlerinde yazdırdığı kahramanlık destanlarıyla dünyanın en üstün askeri birliği olan Yeniçeri, üzerinde dinin etkisini yitirmeye başladığı ândan Kanuni dönemine değin bu başarılarını sürdürmüş, ne ki Kanuni sonrasında bütünüyle bu niteliklerini yitirmiş, nasıl ‘hâlledileceği’ düşünülmeye başlanmış bir birlik.
İsyan ve Yağma
İkincisi daha bir tuhaf. Sultan Murad ile sonraları Fatih lâkabıyla tanınacak Şehzade Mehmed arasındaki taht alıp vermeler sırasında, ikinci kez oğlunu taht’a geçirip Masina’ya yollanan Sultan Murad’ın ardından, Edirne’de çıkan, belki de bizzat çıkardıkları bir yangını bahane ederek haykırmaya başlarlar:
– Terakki isteriz.
Terakki, yani bir tür ek ödenek. Gerçekten de ancak yarım akçe terakki verildiğinde Yeniçeri ayaklanması engellenebilir. Ama hangi terakki Yeniçeri’nin çürümesini engelleyebilirdi ki!
Aynı Yeniçeri, Fatih Karaman Seferi’nden Bursa’ya döndüğünde daha bir edepsizce direnir:
– Cülus isteriz.
Bu söz, bizzat Sultan’ın huzurunda ve rezilcesine dillendirilir. Her biri 10 kese akçeyle susturulan asker, aslında açıkça şunu haykırmaktadır:
– Ben bittim!
Bu çok acı gelişme üzerine Yeniçeri Ağası Kazancı Toğan Bey ile öbür Yeniçeri önde gelenleri kamçılanarak ordudan uzaklaştırılır ama ne fayda. Bu tepkinin, çürümeye yüz tutan bünyeyi kurtarmaya yetmeyeceğinin ayırdında olan genç Fatih, hemen bir tür aşılama girişiminde bulunur ve Kapıkulu denilen hassa askerlerinden 7 bin tanesini Yeniçeri Ocağı’na çekidüzen vermek üzere bu ocağa gönderir. Zaten Varna Muharebesi’nde ilk cepheden kaçma yüzsüzlüğünü gösteren Yeniçeri’yi bu tedbir, ancak bir nebze oyalayabilirdi.
Öyle de oldu ve Duraklama Dönemi’nde şehzadeler arasında taraf tutarak siyasete bulaşmaya yeltenen Yeniçeri, bütünüyle kokuşmuşluğun simgesi hâline geldiği için, Timurlenk önünde ünlü bozgunu Osmanlı’ya yaşatmış oldu.
Fatih Sultan Mehmed, bizzat ordusunun başında ve ordu Üsküdar’ı aşıp Gebze yakınlarındaki Hünkâr Çayırı denilen yerde konaklamakta. Bilinmez bir şekilde Sultan’ın ölüm haberi, fısıltı hâlinde yönetici kadro arasında yayılmakta. Herkeste bir telâş. Sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa haberi askerden gizlemek için elinden geleni ardına ko’maz. Nedeni basit: Yeniçeri fitne çıkarmasın.
Ne ki olan olur ve Yeniçeri, almaması gereken haberi alır. Birden ordu çözülür ve hızla İstanbul’a akına çıkar. Amaç bellidir: öz vatanını yağma.
Korkulan olur ve Yeniçeri İstanbul’a vardığında yağma başlar. Yağmanın hedefleri arasında sadrazamın evi ve canı da vardır. İstanbul’da ne kadar zengin evi varsa bastılar; ne kadar değerli eşya varsa çaldılar, çırptılar, yakıp yıktılar. İkinci Bayezid’in tahta çıkmasıyla Yeniçeriler’in elebaşları da huzura çıkarlar ve açıkça rüşvet isterler: Yaptıklarının affı yetmezmiş gibi bir de maaş zammı ve pahalı hediyeler…
Ne acı ki Yeniçeri’nin istekleri bir bir yerine getirilir. Veli lâkabıyla anılan İkinci Bayezid’in verdiği bu tavizle gittikçe kokuşan bu çürüme, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde bir nebze olsun düzelmişse bile Üçüncü Murad döneminde ayyuka çıkmış durumda.
İsyanlar isyanları, yağmalar yağmaları izler. Düzenlemelerin hiçbiri fayda vermez. En sonunda iş, Sultan Mahmud devrinde, 14-17 Haziran 1826 tarihleri arasında Yeniçeri Ocağı’nın kökünden yok edilmesine kadar vardırıldı.
Ne ki askere fitne karışmıştı bir kere. Fırsat buldukça da hortladı.