Örgütlü kötülük ve Türkiye’nin bağımsızlaşma mücadelesi

Ahlakî erozyon, toplumsal yozlaşma, ehliyet ve liyakat, siyasî çürüme gibi kavramların çokça kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. Hatta kurulacağı yönünde şayialar bulanan partinin muhtemel başkanları da siyasî meşruiyetlerini bu eleştirel dil ile sağlamaya çalışıyorlar. Eğer onların yöntemine uyarsak sırf bu dil sebebiyle ahlakî ve siyasî çürümeden bahsedebiliriz. Zira muhtemel parti başkanlarının hükümferma olduğu dönemlerde bazı devlet kurumlarını ağzına kadar doldurmaya çalışanlar FETÖ’cülerdi ve bu cürmü işleyenleri hedef tahtasına koyan olmuyordu. O dönemler bir kenarda dursun, bugün dahi geçmişe yönelik olarak kendi sorumluluklarına dair bir cümle sarf eden olmuyor.

Siyasî, ahlakî, fikrî ve akademik sorumluluklarla ilgili kendini merkeze alarak bir değerlendirme yapılması gerekiyor. Fakat elini taşın altına koyma cesaretini gösterenlerin sayısı oldukça azdır. FETÖ meselesini hukukî bir soruna indirgemeyi başardılar. Bu şekilde FETÖ meselesini “suç ve ceza” bağlamına sıkıştırmış oldular. En başından itibaren bunun yanlışlığına dikkat çekiyoruz. Ahlakî erozyon, çürüme, ehliyet ve liyakat, toplumsal yozlaşma gibi kavramlar muhatap olduğumuz olayları tanımlamakta yetersiz kalır. Örgütlü suç işleniyordu ve bu, 15 Temmuz’dan sonra da devam ediyor. Devleti ve siyaseti suçlayarak sorumluluk almaktan kaçınmak da bahsi geçen kavramlarla izah edilemez. Ahlakî çözülme gibi kavramları öne çıkarmakla meseleyi tanımlamış olamayız. Bu kavramların ima ettiği toplumsallık, örgütlülük hâlini gizleyerek suçu millete veya halka yüklemek gibi gayr-i ahlakî bir duruma yol açmaktadır.

15 Temmuz bağlamında yaşadıklarımızı doğru bir şekilde tanımlayabilmek için epeyce bir zamana ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bir konuda fazla tartışmaya hacet olmadığı açıktır: O gecenin en önde gelen kahramanı milletin kendisidir. O gecenin öncesinde ve sonrasında takındıkları tavırlar itibarıyla seçkinlerin kahraman olduklarını söyleyemeyiz. Bunun gizli saklı bir tarafı da yok.

Yukarıda sıralanan kavramlar üzerinden siyaset yapmaya çalışanlarla ilgili söylenen sözleri önemsemek gerekiyor. Türkiye’yi uluslararası emperyalist sisteme yeniden eklemek istedikleri yönünde gayet açık eleştiriler var. “Seçkinler”, Türk milletinin canını ortaya koyarak elde ettiği zaferi görmezden gelmekle yetinmeyip örgütlü suçları millete mal etmek suretiyle emperyalizmin Türkiye’ye açık müdahalesini gözlerden uzaklaştırmış oluyorlar.

15 Temmuz, Türkiye için istisnaî bir geceydi. Çok az millet o geceden zaferle çıkabilirdi. Bunu, millî hislerin coşkunluğu ile söylemiyorum. Amerika’nın ve Batı Avrupa emperyalist devletlerinin benzer baskıları dünyanın başka bölgelerinde ve ülkelerinde uyguladıkları da bilinmektedir. Bütün dünyanın muhatap olduğu yeni tip baskı ve müdahaleler, sistemli bir şekilde analiz edilebilir. O günden sonra emperyalizmin ve onun taşeronlarının mağlubiyetini hükümsüz kılmak adına yapılanlar da sistemli bir durumdur. Bunlar, uluslararası emperyalist düzene yeniden eklemlenme arayışının yansımalarıdır. Hâlbuki 15 Temmuz’un istisnaîliği çok geniş bir bakış açısına imkân vermektedir.

Çok geniş bir bakış açısından bahsederken de heyecanımıza yenilmiş değiliz. Batı emperyalizmi yaklaşık beş yüz yıldır dünya üzerinde egemen olmuş bir sistemdir. Türkiye, yaklaşık on yıldır bu sisteme karşı itirazlarını gündeme getirmektedir. Mevcut uluslararası kurumlar Batı egemenliğine dayalı sistemin devamını sağlamak için ortaya çıkmıştı. Uluslar arası emperyalist sistem ve kurumlar temelinden çatırdıyor. Türkiye de sistemin bizatihi kendisinin haksızlık doğurduğunu ve değişmesi gerektiğini belirtiyor. Bunun sözcülüğünü yapan da Erdoğan’dır.

Erdoğan’ın cesur çıkışları bütün dünyada yankı uyandırırken Türkiye’den birileri, uluslararası kurumlara bağlılıklarını bildirmektedir. Erdoğan’ın eleştirileriyle diğerlerinin bağlılık beyanları arasındaki zıtlık, Türk siyasî hayatı açısından çok kıymetlidir. Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında askerî, siyasî ve fikrî müdahalelerin meydana getirdiği körleşmeyi hatırlamalıyız. Bağımlılık ilişkilerinden kurtuldukça sisli havanın dağılacağını söyleyebiliriz. Bu da geleceği inşa etmek için yeni bir bakış açısı demektir.

Ahlakî erozyon, toplumsal yozlaşma, ehliyet ve liyakat, siyasî çürüme gibi kavramlarla yeni bir anlam karmaşası oluşturmak istediklerine hükmedebiliriz. Her dönemde, her devirde ve her sistemde belirtilen olumsuzlukların görülebileceği ve muhakkak önlem alınması gerektiği hususu tartışmadan uzaktır. Türkiye, çok kıymetli bir düzeye geldi. Her türlü yolsuzluğun, hırsızlığın, ahlaksızlığın, soygun ve talanın içinde yer alan çok geniş bir ağ keşfedildi ve devlet, bu yapıya karşı mücadele yürütmektedir. Üstelik bu ağın nereye ve kimlere kadar ulaştığı da tam olarak bilinmemektedir. Örgütlü olmayan yanlışların toplumu, siyaseti, kurumları kısa bir zaman içinde ifsat etmesi mümkün değildir. Örgütlü kötülük karşısında olduğumuzu unutmamak gerekir. Bu örgütlü kötülüğün yerel düzeyde kalmadığı, uluslararası bir ağın uzantısı olduğu konusunda da şüphe yoktur.

Türkiye, süreklilik arz eden bir mücadelenin içindedir. Son yıllarda yaşanılan her müdahaleden biraz daha güçlenerek çıkılması gelecek açısından yepyeni bakış açılarına işaret etmektedir.