Onlar sanatçı değiller olmak gibi de bir dertleri yok

15 Temmuz’dan sonra belki de “terörle mücadele” konusundaki en önemli vakalardan biri olan Diyarbakırlı anneler konusunu biraz kurcalayanların hemen kafası karışıyor, özellikle neden “sanatçı” kesimin buna destek vermeyişlerini sorguluyorlar.

Küba, Venezuella veya eski Sovyet dönemi ülkeler için “sol fraksiyon” kelimesinin toplumlarda başka karşılıkları vardı, sosyolojik manada, özellikle de “68 kuşağı” için. Oysa ülkemizde “sol” maalesef sadece müptezellik, sığlık ve basiretsizlik gibi psikolojik kavramlar ile açıklanıyor.

Fransız edebiyatının önemli kalemlerinden Maurice Blanchot, eserlerini “Edebiyata ve ona olan özgü derin ve manalı suskunluğa” ithaf eder.

Bizde solcular birbirlerini “Kemalizm” ideolojisi üzerinden kopyala-yapıştır “az satırlı bol resimli” kitaplar yazarak birbirlerini söğüşlemeyi tercih eder.

Proje “repçiler” bir gecede “sanatçı” madalyası kaparlar bir yerlerden, “Susmıcam işte!” diye gereksiz yere bağırıp çağırırken, Diyarbakırlı annelerin sessiz çığlığını da duymamazlıktan gelirler.

Sürekli toplumsal olaylarda yurdum insanımızın sanki çok elzem gibi “peki ama sanatçılarımız nerede?” diye sorması aslında çok zavallı, bir o kadar da tehlikeli bir durum.

Sulu-zırtlak komedi filmleri çeken şaklabanlar “terörle mücadele” gibi ciddi bir konuda tweet atsa ne olur, atmasa ne olur?

“Başlarım sizin Kürdistan davanıza” diyecek kadar çok ciddi bir sosyal hareket, daha yeni ivme kazanmış, 50 sene sonra kendinde bu cesaret bulmuşken;

3’er kelimeli satırlar yazıp bir an önce köşe yazısını teslim edip, rakı masasına koşanlar bu konuya eğilse ne olur, eğilmese ne olur…

Devlet ile halkı çarpıştırmak isteyen zihniyet

Belki onların üslubunu tekrarlasak, daha kolay anlaşılır mı meramımız?

Onlar sanatçı değil;

Onlar sanatçı değil;

Hiç bir zaman da olmadılar…

15 Temmuz’da nasıl kafalarını kuma gömdülerse, Diyarbakır anneleri için de aynısını yapacaklar.

Shakespeare’in meşhur sözü gibi, korkaklar binlerce kez, kahramanlar sadece bir kez ölür.

Diyarbakırlı analar bu sözü o sanatçılardan çok daha iyi anlamış.

İşte aynı müptezel sanatçılar “Devlet nerede peki?” diye sorma küstahlığında.

Onların “solcu” kafasında her daim devlet bir tarafta, halk bir tarafta olmalı, daima çatışmalı.

Beyinlerine zorla zerk edilmiş Hegelci diyalektik bunu emrediyor çünkü.

Felsefe diye okudukları “işporta” kalitesindeki çeviri kitaplardan anladıkları da bu.

Zira o “işportacı” zihniyet Türkiye’nin tüm “kültür-sanat” mafyasını yönettiği gibi, zihinleri de bulanıklaştırır, yurdumun sanatçısı, solcusu hep “cahil ve yobazın” önde gideni olur, tüm fiyakalı, afili hallerine rağmen.

Halk ve Devlet bu topraklarda hiç karşı karşıya gelmedi.

Devlet üstüne düşeni yapıyor, dağa çıkıp eline silah alanı, gece gündüz kovalayıp avlıyor.

Analar ise bu sorunun nereden kaynaklandığını iyi bildiğinden doğru adrese gidip protestosunu da orada yapıyor.

Tıpkı 15 temmuz gecesi halkın tam olarak nereye niye gittiğini bildiği gibi.

Halk, solcuların kibirli ve tepeden inmeci sosyalist görünümlü kapitalist-emperyalist şımarıklığına rağmen, devletin de, teröristin de nerede durduğunu biliyor.

15 temmuz gecesi, havalimanının kulesindeki darbeci askeri vurmak üzere orada bulunan polis, orada kendisine yardım için bulunan sivillere sesleniyor önce, “Sivil, yere yat!” dediğinde, kendisi korumak için bunu söylediğini biliyor, yatıyor, polis de darbeci askeri orada telef ediyor…

Sivil, aslında nerede ne zaman sokağa çıkacağını da gayet iyi biliyor…

Akabinde o halk, polise yardım da ediyor, kandırılmış askerleri de ikna ediyor, devletine sahip çıkmak için ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor.

Halk da, devlet de, işin içine sözde sanatçıların, sözde solcuların musallat olmadığı yerde, nerede duracaklarını, birlikte veya nasıl ayrı ayrı hareket edeceklerini gayet iyi biliyor.

Diyarbakırlı annelerin çocuklarının akibetini öğrenmek için gidecekleri adresi tam olarak bildikleri gibi.

“Başlarım sizin Kürdistan davanıza”…

Olur olmadık meselelerde, sırf ağababaları emrettiği üzere ortalığı velveleye kaldıran sözümona sanatçı tayfadan çıt yok tabi.

Albert Camus’nun “Başkaldıran İnsan” diye tanımladığı “kişiliğe” aslında bu Diyarbakırlı anneler tam oturuyor. “Başlarım sizin Kürdistan davanıza” cümlesi bu sanatçı tayfa için “şifreli bir mesaj” aslında.

Beyinlerindeki programlanmış kodu çökerten bir yazılım virüsü gibi…

Adresini bilen“dom dom kurşunu” gibi, hedefi tam vuruyor.

Tepemize zorla sanatçı diye diktikleri cahil, yobaz müptezellerin yularlarını ellerinde tutan uluslararası şebeke için çok sakıncalı bir söz bu “Başlarım sizin Kürdistan davanıza”.

Sanatçı diye bilegeldiğimiz “kriptoların” foyalarını hızla ortaya dökecek kadar keskin bir kokusu var bu cümlenin.

Zira, onlar sululukları üzerinden toplumu oyalarken, terör örgütleri de bölge halkını “Kürdistan” üzerinden oyalayıp, siyonizme hizmet ediyorlar. Türkiye’yi uzunca bir zamandır böyle oyaladılar…

Manzara bu kadar basit aslında, sanatçı diye kabul edilen tayfa aslında sadece ve sadece “ucuz, abartılı tiyatro sanatçısı”, kendilerine verilen rolleri oynuyorlar.

Türkiye’nin, devletin, halkın aleyhine yalandan ağaç savunucusu kesilirler. Ama terör örgütü tarafından karartılan hayatlar söz konusu olduğunda parmaklarını bile kıpırdatmazlar.

Türkiye’de solculuk, sanatçılık bunu gerektirir.

Mayfa gibi cahilce, bağnazca örgütlenmeyi gerektirir.

Kısa yoldan halkı nasıl söğüşlerim, onların önüne eser diye sağdan soldan çaldıklarımı nasıl koyarım demeyi gerektirir.

Onlar hiç bir zaman sanatçı olmadı. Sosyalist, muhalif, solcu da olmadı.

Türk halkının kimyasını bozmak için yüzyılın başında “proje” olarak bu topraklara getirtilen bazı “aşiretlerin” çocukları onlar.

Ha “sözüm ona “Kürdistan” hayali kuran güney-doğulu aşiretler olsun, ha “Boğaziçi” aşireti olsun.

Ciddi toplumsal meselelerde onlardan medet ummaktan vazgeçin.

Onlar sanatçı değiller…

Hiç bir zaman olmadılar.

Öyle bir dertleri de yok zaten…