“Talebelerden, ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler. ‘Beyoğlu’na İngiliz Sefarethanesi’ne dedim. Ben, talebe, ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasıra nutuk söylüyordum. Tramvay yolunda İngiliz Sefarethanesi’ne kadar geldik. İçeriye girmek, benim zorum buraya gelmek, İngilizler’in Türk hükümetine yardımını istemekti. Abdülhamid Meşrutiyet yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, Meşrutiyet’i yaptırır. Gece mektepte bu babta bir mektup hazırlamıştım. Avucumdaydı onu okudum. İngiltere’ye Türk dostluğu ve duasını söylüyordum. Diyordum ki; ‘Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldursun, sonra da İngiltere Türk’ün hürriyetine yardım etsin’ temennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşında, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum.”
Bu utanç satırları, devrin koyu İngiliz taraftarlarından Jön Türk Rıza Nur’a ait… Osmanlı’nın sonunu hızlandıran II. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde, İngiliz Büyükelçiliği’ne gidip Sultan Abdülhamid’e karşı onlardan yardım dilenen Rıza Nur, daha sonra bu acizliğini de hatırat olarak kaleme almıştı. Sözde yaşadığı zamanın aydınlarındandı. Bu aydınlar ya da ‘Jön Türkler’, Batı’ya adanmış ruhları ile bu toprakların gördüğü en büyük ihanetlerden birinin öncüleri oldular. Öyle ki; Padişahların devrilmesi ve Osmanlı’nın yıkılması ile yetinmeyip, Cumhuriyetin kurucularına da ihanet etmişlerdi. Tam bir devlet ve yönetim düşmanıydılar. Yerli ve milli bir sistem istemiyorlardı. Duygularında ve hayat felsefelerinde yaşadıkları toprakların özüne dair bir ünsiyet bağı olmadığı için, yabancıların boyunduruğu altına girmeye gönül rahatlığı ile razı olmuşlardı.
Öyle olmasa, Jön Türkler I. Meşrutiyet’in ilanında büyük etkisi olan İngilizler’e teşekkür için, 31 Temmuz 1908’de yeni İngiliz Büyükelçisi Gerard Lowther İstanbul’a geldiğinde arabasının atlarını sökerek Galata’dan Beyoğlu’na kadar kendileri koşmazlardı.
1900’lerde Sultan Abdülhamit’e böylesine düşman olan ve aynı paralellikle Batılı ülkelerin askeri ve siyasi güçlerine hayranlık besleyen ‘aydın’ların devam eden zihniyeti 2000’lerde de benzer bir görüntü veriyor.
Tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi açık oynuyorlar. Yine o zamanki gibi, gücünden ve sözüm ona baskısından şikâyetçi oldukları meşru iktidarı devirmek için dış güçlerden aman diliyorlar. Tüm medeni cesaretleriyle yalvarıyorlar!
“Gelin Türkiye Cumhuriyet Devleti’ne el koyun, alın siz yönetin, sonra da bize payımızı verin” diyorlar. Konsoloslar ile mahkemeleri kuşatıp, ihanet zanlılarını adaletten kaçırmanın yollarını arıyorlar.
Stratejileri çok basit, Türkiye’yi kim hedef alıyorsa kendilerini onun yanında buluyorlar. Kim Türkiye’ye yakınsa ona da düşmanlık besliyorlar. Liderleri güce ve konjonktüre göre değişiyor. Katil Esed’in Suriye’deki etnik ve mezhep temizliğini bitirip Türkiye’ye de bulaşmasını isteyecek kadar alçaldılar mesela. Uçağı düşürülünce kontrolden çıkan Putin’e koordinat verme derdine düştüler. Rus kanallarına çıkıp “Türkiye’ye en iyi ihaneti ben ederim” yarışına girdiler. Ülkesi ekonomik olarak iflasın eşiğine gelen Çipras’tan bile medet umuyorlar. Seçim öncesi Türkiye’ye geldi diye Merkel’e çok öfkelendiler. Bir araya gelip seçilmiş Cumhurbaşkanını şikâyet ettikleri mektup ciddiye alınmayınca kontrolden çıkıp kendilerine başka liderler aramanın telaşına düştüler. Türkiye, Suriyeli mülteciler konusunda yaptığı insani hamleler ile Avrupa’yı dize getirince, son olarak umutlarını okyanus ötesine bağladılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta düzenlediği ABD ziyaretinden beklentileri çok yüksekti. Obama’nın Erdoğan ile görüşmeyeceğine inandılar önce, sonra bunu yayarak kampanyaya dönüştürdüler. Clinton’un karşısında el pençe duran Başbakan Ecevit’in acziyetini sindirenler, Obama’nın da Erdoğan’a tavır almasını dilediler. Belki de bunun için gece namazına kalkıp beddua arası dua seansı yapanları bile oldu.
Fakat her kalkışmalarında, her lanet okumalarında biraz daha yok oluyorlar.
Erdoğan’dan ölesiye nefret etmenin verdiği körlük ile battıkça batıyorlar. Yaydıkları bütün korkulara, ülkeyi ateşe atan ihanet hamlelerine, terörize ettikleri gündemlere, bitmek bilmeyen karalama kampanyalarına rağmen milli irade baş koyduğu yoldan dönmüyor. Onlar da milletin gönlüne söz geçirememenin nefreti ile kendilerini bitiriyorlar. Tarihin enkazından çıkıp ufka doğru yürüyen bir liderin kararlı adımlarını tökezletmek için yaptıkları şeytanca planların, milletin kalbi feraseti tarafından bozulmasının şokunu atlatamıyorlar.
Dönülmez bir uçuruma doğru sürüklendiklerinin kendileri de farkında. Tutundukları tüm dallar ellerinde kalıyor. Öyle çaresiz bir hale büründüler ki, diktatörlükle, sansürle suçladıkları Erdoğan için açılıp, birkaç saat içinde listeleri alt üst eden #WeLoveErdoğan etiketinin Twitter tarafından sansürlenmesini coşkuyla kutladılar.
Olmasın diye can attıkları Erdoğan-Obama görüşmesi gerçekleşince, fotoğraf karelerinden malzeme çıkarmaya, görüşmenin süresinden medet ummaya, görüşme sonrası açıklamalardan fitne malzemesi bulmaya çalışan acınası halleri, Jön Türklerin acziyetini hatırlatıyor insana. Bu milletin bir Abdülhamit daha feda etmeye niyeti yok. Kaybolan yılların bedelini sadece hainler değil, bütün bir ümmet ödemişti. Şimdi sadece Türkiye değil bütün bir ümmet aynı mesajı veriyor. Bu mesaj birilerinin uykusunu kaçırıp trajikomik önlemler almaya itse de, gönüllerdeki liste değişmiyor: #WeLoveErdoğan!