“Osmanlılığın ve Müslümanlığın yaşatılmasına ilişkin bu taarruzun başarıya erişmesini Allah’tan niyaz eder ve arkadaşlarımın fedakârlık ve kahramanlıklarını dilerim. Şehit olacakların ruhuna Fatiha sunar, gazi olacakların gözlerinden öperim.”
Yukarıdaki satırlar 100 yıl önce düşüldü kâğıda. Osmanlı’nın yedi düvele karşı koyduğu Çanakkale Savaşı’nın en önemli manevralarından biri olan ‘Üçler Hücumu’nun 11 maddelik taarruz emrinin son maddesiydi.
Hücumun nasıl başladığı ise bir buçuk ay sonra, 70. Alay Komutan Vekili Binbaşı Reşat tarafından şöyle rapor edilmişti: “Hücum… Önde 70. Alay’ın 3. Tabur İmamı Hüseyin Efendi olduğu ve tüm erler tarafından tekbir getirilerek, 9. ve 10. bölük subayları önde bulunduğu halde Allah!.. Allah!.. diyerek düşman üzerine atıldılar.”
Günlükleri ile Çanakkale direnişine ışık tutan şehit Teğmen İbrahim Naci’nin yukarıdaki notlarını şu günlerde tekrar tekrar okumak gerekiyor.
Çanakkale’de, Kafkasya’da, Hicaz’da ve Balkanlar’da… Cepheden cepheye koşan askerlerimizin hemen hepsi, dünyaya bir şekilde tutunmaya çalışan yoksul ailelerin gencecik fidanlarıydı. Hayattaki tek kazançları ise aç susuz savundukları vatandı. Gurbet, çaresizlik, imkânsızlık, hasret, bitmeyen mücadele ve savaş boyun eğdiremedi ordumuza. Bu toprakların bağrında, üzerinden bin yıl geçse de kapanmayacak derin bir süngü yarası var. Defalarca ölen ve defalarca dirilen, saçları kadar başı olsa her birini teker teker verecekti ecdadımız. Şehadet gerçek anlamıyla bir şerbetti onlar için ve yudum yudum düştüler o kutlu toprağa…
Ardından Cumhuriyet kuruldu. Kurucu kadrosu askerlerden oluşan yeni devlet, dün omuz omuza vatanı savunduğu halkı ile arasına aşılmaz duvarlar ördü. Manevi bağlar, ilahi duygular zedelendi önce, sonra da Çanakkale ruhu ortadan kaldırıldı. Anadolu insanının “Peygamber Ocağı” kutsallığı ile gönül bağladığı askerlik müessesi, Batı’nın “Haçlı Seferi”ne karşı canını ortaya koyanların Allah inancına, Anadolu İslamcılığına, ibadetine, örtüsüne, saçına-sakalına müdahale eder oldu. Ordu öylesine katılaştı ki; silahaltına aldığı vatan evlatlarının yemin törenlerini başörtülü annelere izletmedi. Kimi komutanlar İslam dini ile aralarına şehit cenazelerinde saf tutmayacak kadar mesafe koymuşlardı. Namazsız Müslümanlık, tesettürsüz Müslüman kadın profili isteniyordu. Asker ocağı İslam’a kapatılmıştı adeta. Bu uğurda darbeler yapıldı, hükümetler yıkıldı.
Ezcümle; asker düşmanlara değil bizlere, kendisini var edip damar damar besleyen bu millete ve onun iradesine, tercihlerine ve dini hassasiyetlerine karşı demir bir yumruk olmuştu.
Çok değil 5-6 yıl öncesine kadar bu “duruş” devam ediyordu. Millet, ülke yönetiminde kalmaya ısrar edince düzen de değişti. Haliyle bu değişim askerin duruşunu da etkiledi. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde bildiri yayınlamıyorlar artık. Müslüman halka zulüm aracı ettikleri “laikliği” de düşürdüler dillerinden. Diyanet İşleri Başkanının “görevini” cübbe ve sarıkla yapmasına da ses edemiyorlar.
Konuyu Diyanet İşleri Başkanlığına bilerek getirdim…
“Biz yıllarca kendi ülkemizde cübbesiyle, sarığıyla dolaşan Diyanet İşleri başkanı göremedik…” Bu sözler bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Sık sık da kullanıyor. Hatırlatıyor. 28 Şubat’ta Müslümanları ezip geçen yasaklar karşısında ses edemeyen bir Diyanet Kurumu vardı karşımızda. Başörtüsü yasağına ‘tepeden tırnağa’ uyup, “Allah’ın emri yasaklanamaz” demekten aciz, temsil ettiği dinin cübbesini vestiyere asmış Diyanet İşleri Başkanlarımız oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kahır dolu günleri en derinden yaşayanlardan biri olduğu için, sık sık hatırlatarak aslında büyük bir hizmet ediyor topluma.
Gelelim yazıya ilham olan tarihi fotoğraf karesine… Bu fotoğraf, 100 yıl önce Çanakkale’de bırakılmış büyük bir özlemidir milletin. Diyanet Vakfı’nın her yıl düzenlediği “İyilik” ödüllerine layık görülen isimlerden biri Uzman Çavuş İsmail Ertem’di. Şırnak’ın Cizre ilçesinde PKK’lı teröristlerle girilen çatışmada yaralanan özel harekât polisinin üstüne yatarak canını ortaya koyan İsmail Ertem, ödülünü Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in elinden aldı. Görmez Hocamız ödülü verirken halkımızın içinde uhde kalan bir duyguyu da en yalın hali ile dışa vurdu. İsmail Ertem’i, bir asırdır beklenen büyük bir hasretle alnından öptü. Arkadaşı için canını ortaya koyan asker elbette alnından öpülür. “Üniformalı” kucaklaşma, ordu ile milletin, Müslümanlık ile askerliğin yeniden aleni bir şekilde birbirine sımsıkı sarılması olarak yansıdı bizlere.
Türkiye, Çanakkale’den 100 yıl sonra başka bir işgal politikası ile karşı karşıya. 1915’te Türkü, Kürdü, Lazı ve Arabı ile tek vücut olan milletimizi bölmek istiyorlar yine. Diyarbakır’dan, Batman’dan, Siirt’ten kalkıp Gelibolu’ya gelerek İngilizlere dünya savaş tarihinin en ağır tokatlarından birini indiren Kürtlerimizi bizden koparmak istiyorlar şimdi. Yeniden tek vücut olmamız, yeniden şanlı bir direniş göstermemiz gereken ve telafisi olmayan günler içindeyiz. Sınırlarımızın içinde ve dışında oynanmak isteyen oyunları bozacak tek irade halkımızın manevi gücüdür. Biz, girdiğimiz hiçbir savaşı sadece askeri imkânlarımızla kazanmadık, maneviyattan beslenen ruhlarımızın adanmasıyla “vatan” oldu yaşadığımız topraklar. Akan bunca kandan, oynanan türlü oyundan, yine her yönden saldıran düşmanlardan, bitmeyen hesaplardan vatanımızı kurtarmanın yolu ise belli. Bu fotoğraf karesini süsleyen ikili özetliyor her şeyi. Mehmet Görmez Hocamızın duası ve temsil ettiği değerler ile İsmail Ertem’in cesareti, kahramanlığı ve ait olduğu ocağın sımsıkı sarılması gerekiyor.