Nuri Pakdil = Başka

Sanatın her cephesinin en büyük davası, bir ömür biteviye farklılık peşinde koşmak. Yenilik, başkalık, farklılık…
Farklılık gayesi, meramın nadiren ürüne dönüşmesine müsaade eden bir değirmen çünkü. Ancak yukarıdakilerin yahut yukarı çıkmaya niyetlenenlerin talep ettiği ve pek azının kendisini gayesine ermiş hissettiği bir yeldeğirmeni bu; hiç esmeyen bir vadide hasretle rüzgâr bekleyen bir yeldeğirmeni üstelik.
Don Kişot’suz ve Sancho’suz.
Bir de ‘zaten’ farklılar var. Zatı gereği farklı…
Nuri Pakdil, yüzyıllardır bütün sanat erbabının peşinde koştuğu o farklılığı, hatta bambaşkalığı zatında taşıyan bir isim. Onun için kurulabilecek en yerinde cümle bu: başka! Bizden biri ama hiçbirimize benzemiyor.

Sen ne Yüce Bir Cücesin

Ne ki bu başkalığın, konumuz özelindeki sonucu ortada: red! Elbette örtük bir reddir bu. Ve merdutluk ifadesi de takdir kılığına büründürülerek dillendirilir.
Nuri Pakdil’in başkalığının ebadını, vefatının ardından yazılanlara bakarak da kavrayabiliriz. Birçoğunun değer bakımından ortak paydası aynı: Ben bu başkalığı göremiyorum ki anlayayım; anlayamıyorum ki anlamlandırayım. Bu metinlerin neredeyse bütünü, onun adı yerine başka birçok sanatçının adı konduğunda da geçerliliğini büyük oranda koruyacaktır.
Bu zaaf, Cumhuriyet Dönemi Türk aydınının handiyse mütemmim cüzü.
Bütün bu bambaşkalığına ve en iyi ihtimalle eksik anlaşılmışlığına rağmen iz bırakan bir yazar. Elbette iz bırakmak isteyen biri daha önce hiç iz bulunmayan yoldan geçmek ve hatta yol açmak mecburiyetinde. Bir dozer gibi, evet. Ama arkeolojik kazı yürütme hassasiyetinde bir dozer. İşte bu zihnin biraraya getirmekte zorlandığı husus da tam burası: Bir yönde bir yazar hüviyetiyle ifade etme memuriyeti hissettiği meseleler, öbür yanda muhataplarının özüne yabancılaşmışlığının telâfisi gayrı kabil vurdumduymazlığı, hissizliği ve idraksizliği…
Nuri Pakdil’in başkalığını bir miktar daha billurlaştıran önemli bir husus, onun dil anlayışı. (Dili değil.) İlkin dili üzerine birkaç şey söyleyelim.
İçinde bulunduğu muhafazakâr, sağcı, milliyetçi toplum kesiminin (Bu cümle, Nuri Pakdil bu kategoride bulunduğu manâsına gelmiyor) yadırgayacağı bir dildir bu: Düşmanın dili. (‘80 öncesini kastederek söylüyorum.) Bir yandan Türk Dil Devrimi’ne ve onun bütün getirilerine kökten karşıdır; öbür yandan, bir devrimci hüviyetiyle tam zıddının ‘tilcikleriyle’ yazmaktadır.
Burada hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Nuri Pakdil’le muhatapsınız.

Nuri Pakdil’in Dilini Hissetmek Kabil mi?

Bu dilin esas farkı, meramını ifade ederken tercih ettiği kelimelerden kaynaklanmıyor.
O yüzden de amel etmek ve hatta masabaşı sohbetlerinde kullanmak için Nuri Pakdil’de altı çizilecek cümleler arayanların gayreti boşuna. O, öteki yazarlarımızdan alıştığımız gibi yazılarında bize ilginç fikirler takdim etmez. Bizi tespitleriyle etkilemek gayesini kısmen tatmin edebileceğimiz yegâne kitabı Batı Notları. Yazarın öbür eserleri başka bir yazı anlayışıyla kaleme alınmış ve gönlünü sahiden de ‘başka’ya açma kapasitesine sahip, kısıtlı bir zümreye seslenmekte.
Yol açıcı bir yazar hüviyetiyle Nuri Pakdil’in kavranmasını zorlaştıran husus, onun meramını ifade ederken tercih ettiği kelimelerin farklılığında değil, dile yüklediği anlamda demiştik. İşte o dil anlayışı, meramını cümleyi teşkil eden kelimelerin biraraya gelişlerinin terkibinde değil, o bütünlüğün sonrasındaki tahassüs evresindeki şuur-şuuraltı etkileşiminde tebellür ettirmeyi hedefler.
Yine benzer gerekçeyle anlaşılması imkânsıza yakın. Zaten hiçbir vakit hedeflemediği şöhretini de işte bu anlaşılmamasına borçlu. Daha önce de zikrettiğim gibi, insanlar bir sanat eserini ya anladıklarında yüceltirler yahut anlamadıklarında.
Nuri Pakdil ise eserine anlaşılmak için yaklaşılmasına asla izin vermeyen bir yazar.

Nuri Pakdil’in Dilini ‘Anlamak’

Gönül rahatlığıyla hiçbirimiz Nuri Pakdil’i anladığımızı iddia edemeyiz. Etmemeliyiz. Çünkü onun eseri zaten anlaşılmak ve deyim yerindeyse bir çeşit tüketilmek tehlikesinden korunmuş bir tarzda bize takdim edilmiş. Nuri Pakdil aklımıza, burada tercih edeceğim ifadesiyle şuurumuza seslenen bir yazar değil. Onun bizde diriltmeye gayret ettiği melekemiz, şuuraltımız.
O, anlamak yolu üzerinden kavranacak bir yazar değil, belki ancak gönül bağı kurulduğunda hissedilebilecek kıratta bir kalemin sahibi; yazdıkları mensur şiir sınıfına girmediği hâlde. Bu kudretini de yeteneğine değil, dil anlayışına borçlu.
Bu anlayışa göre dil bir ‘farmakon’dur; yani hem zehir, hem de o zehrin devası. Ne de olsa dil, içinde devasını da barındıran bir zehirdir. Nihayetinde lütuf ve eza birarada ama; idrak edebilene.
Nuri Pakdil, dil mağarasının kâşifi. Hatırlarsınız Platon’un meşhur mağara metaforunda insanlık bir mağarada tasvir edilir. Bu mağara yalnızca tek bir noktadan ışık almakta. Ve herkes, sırtları ışığa dönük bir şekilde bulundukları yere zincirli.
Ömür boyu başlarını ışığa çeviremeden, sadece duvara yansıyan gölgeler ve belli belirsiz sesler üzerinden kurulu bu gerçeklik algısından mağaradakiler elbette mesut. Saadet hakikate kavuşmakla değil, ancak gölgeleri içselleştirmekle mümkün.
Nuri Pakdil, işte kendisini duvara rapteden o zincirleri kıran, mağaradaki küçük bir gezintinin ardından dışarıya çıkan, gölgeler yerine varlıkların kendisini gören, duyan, dokunan… hisseden kişi. Ve bizi aydınlatmak için, gerçeğin gölgelerden başka bir mahiyet taşıdığını anlatmak niyetiyle mağaraya dönen.
Zaten her hakiki sanatkâr, bu âlemin gölgelerinin meramını bize tercüme eden kişi. Kendi gölgesini yücelten değil.
Nuri Pakdil’i o yüzden anlayamıyoruz. Anlamak istediğimiz için. Bizim gölge varlıklardan örülü gerçekliğimiz ile onun hakikati gören ruhunun tespit ettiklerinin arasındaki uçurumu ne cins satırlar kapatabilir ki!