Henüz 20’lerini süren bir delikanlının dedelik iddiasında bulunmasını nasıl karşılarsınız? Ya henüz kısmet bekleyen bir tazenin kendisine nine gibi davranılmasını istemesine ne demeli?
İyi de aynı şey, bu yaşlardaki birinin, kalkıp da deneme yazmaya sıvandığında da geçerli olduğu hâlde, ne diye sanki ortada toplumsal bir uylaşım varmış gibi hareket edilmekte? Şu ünlü hoşgörü olgusuyla mı açıklayacağız bu olguyu yoksa işin içinde iş mi arayacağız? Ben bu yazıda, işin içindeki işi sorgulamayı deneyeceğim. “Bir gencin dedelik veya ninelik iddiasında bulunmasıyla deneme yazması arasında ne gibi bir ilgi var?” diyebileceklerdenseniz, bu yazı en fazla sizin işinize yarayacaktır belki de.
Baştan bir başka tespiti daha belirteyim: Sorunun asıl sorgu boyutu bir gencin deneme yazarlığına soyunmasında değil, bir delikanlının heveskârlığında hikmet gören düşünce ve edebiyat dünyamızda. Ne ki burası konu dışı.
İlkin size bir sır ifşa etmek zorundayım: Ülkemizin en kendine özgü tuhaflıklarından biri de bir gencin yazarlığa başlama serüveninde yaşansa gerek. Üstelik ne ilgisi varsa, sağa-sola göre de değişmekte başlama türü ve biçimi. Örneğin yazar adayı sol yönetimindeki bir yayın organında yazdıklarını yayımlatma niyetlisiyse, tüm birikimini sergilemek için önüne sürülen seçeneğin, çoğun bir film üzerine yazmak olduğunu bilir miydiniz? Peki yayın organında sol hakimiyeti yoksa başlangıç yazısının türü ne olur dersiniz? Kitap tanıtımı.
Bu meslek sırrı ilginizi çektiyse sizi şöyle alalım:
Deneme cennetine buyrun
Bu örnekten çıkarılabilecek yegâne sonuç, sağcıların ve İslâmcılar’ın kitaba ne kadar önem verdikleri değil yalnızca; buram buram reklâm kokan kitap tanıtımı üzerinden genç adamın sokulduğu yağdanlık cenderesi: Çok sık kullanıla kullanıla iyice cılkı çıkan yağın kokusu, böylelikle o gencin tüm yazı hayatına çıkmamacasına siner.
Bizim derdimiz ikinci adım. Aynı genç, biraz palazlanınca, boyuna posuna bakmadan hemen yağdanlıktan kurtulmaya çabalar ve birikimini yansıtacağı denemeler yazmaya soyunur yağdanlıknamelerin ardından. Hatta yönlendirilir.
İş, bundan da acı.
“Deneme, denemek fiilinden uzak durarak düşünülebilir mi, ben düşünemiyorum. Bir “konu”yu deniyorum tabii. Öte yandan, o konuyu bu “dil” ile, bu dile yataklık eden şu “üslûp”la deniyorum.” Türkiye’de adını denemeyle özdeşleştirmiş yazarlardan birinin, Enis Batur’un, 1985 yılında Deneme başlıklı yazısında söylediği bu iki cümlenin hangisine ne oranda katıldığınız, aslında ülkemizde bu türe ilişkin görüş ve ürünlerle ne düzeyde ilişkiye girebildiğinizle çok yakından ilgili.
Konunun çevresinde şöyle bir dolanmaya ne dersiniz?
Yanlış anlama, yanlış uygulama
Bizde deneme yalnızca yanlış uygulanmamakta, çarpık da anlaşılmakta. Deneme bizde daha çok gerçekleri kendince gözler önüne sürme ortamı yerine, kendini gösterme aracı düzeyine indirgenmekte; böylelikle de bir yanıltma aracı (ve ortamı) olarak kullanılmakta. Hâlbuki deneme, deneneni gözler önüne sererken deneyeni göstermeyen bir tür.
Öyleyse ne deneme? Değilleri öne alma, bu arada, biraz da olmayana ergi’nin izini sürmeyi deneme zorundayız.
Yaygın kabulün tersine deneme, herhangi bir şeyi başkasının gözü önünde denemez; o yüzden de yanıltma kapısının yakınına bile yaklaşmaz. Tersine, yanıltmadığında adının hakkının gereğini yerine getirmiş olur. Düşünce tutarlılığının vazgeçilmez şartı durumundaki fikir bütünlüğü ile bir edebiyat türü olarak sohbetin symbiosis’i… Bu ortakyaşarlık’ta önemli olansa dengeleme. Birinin hakkı ötekine geçtiğinde ortaya çıkan yapıya denemeden başka bir ad vermek zorunluluğundayız. İşte belki de bu yüzden Batı’da bile deneme türünde ürün verenlerin sayısı az ve onların arasından da işi hakkıyla yapanları cımbızla ayıklamak durumundayız. Demek ki bir konudaki görüşlerini bir araya getirerek kanılarını denetlemek değil denemenin amacı; okuyana kendini denetletme ve denetmenin önünü açma… Bir başka türlü söyleyecek olursak, bir adım sonra sav’a tırmandırılacak yapının, bu son evreden az önce kendisini denetletmesi…
Bütünüyle bütünleşmemiş bütünlük
Demek ki deneme, ilk anlamıyla, yani henüz thésius (= bir bölgedeki en yüksek tepeye çıkıp tüm çevreyi çepeçevre görmek) düzeyine çıkmamış, ne ki çıkmak üzere olunan tırmanışın ilk elde tutulmuş notları karşılığında kullanıldığında da, tarih içinde evrildiği, gözlemlenmiş ve deneyimlenmiş düşüncenin felsefi değil edebi ifadelendirilmesi anlamıyla karşılandığında da durum değişmiyor: Son biçimine kavuşmamış (belki de hiç kavuşmayacak) taslak hâlinde yazı değil de, aynı yazının sondan bir önceki hâli… Öyleyse deneme başlıklı her yazı, aynı zamanda son hâlini de vadeden bir yapıda olma zorunluluğunda.
Bu evrede gözden ırak tutulmaması zorunlu başka bir nokta da şu: Tam kuşatılamayan, o yüzden de bütünüyle fethedilemeyen tepenin eteklerinde değil, zirvesine birkaç adım kala, zirveye özgü sislerin arasından görünenin bütünlüklü dillendirilmesi… O yüzden de yalnızca dağcı olmayı değil, aynı zamanda gözcü olmayı da gerektirmekte. (Buradaki gözcülük, gözetlemekle karıştırılmamakla yetinilmemeli, aynı zamanda güzel’in gözel’den geldiği de anımsanmalı.) Doğduğu sis ortamından taşıdığı netsizlik, bulanıklığa olanak tanımadığı gibi, sığlığa da asla pabuç bırakmaz.
İşin can alıcı noktası da bu evreden sonra başlıyor asıl. Deneme, kimselerin tırmanamadığı zirvelerin manzaralarını aktarmak (da) değil o yüzden; daha önceleri kimselerin görmediği manzarayı can alıcı bir tarzda dile getirebilmek. Bir edebiyat türü anlamında sohbetten farkı da burada: “Buyrun, buradan bakınız!” yerine, “Buyrun, böyle buradan şöyle bakınız!”
O yüzden denemenin annesi yaratı, sütannesi hikmet…
O yüzden acaba’sız deneme olmaz.
Aynı gerekçeyle, tutarlı önerme kurallarına uygunlukla birlikte, ucu tutulabilir imge iplerine de gereksinmekte deneme. Bilinen denizlerde boşa kürek çekme değil, bilinmeyen enginlerde siren’lerle cebelleşme. Etkisi de bu evrede ortaya çıkar denemenin: intellect’in pençesinde damıtılanın, hikmet’in avucunda büyüyenle çiftleşmesi… Denemede kıvam bu.
Ben denedim oldu
Deneme, kimseye yanılma hakkını tanımaz. Peki ne tür haklarla ilişkiye girer bir yazarla? Bir adım sonrası kuram başlığı altında değerlendirilebilecek bir tutarlılığa sahip, buna karşın, barındırdığı görüşlerin yeniliğinden ve sıcaklığından dolayı aydın kamuoyuna vakit kaybetmeden açımlanan görüşlerin, bu duruma özgü son adıma değin işlenmemişliğini barındıran, (Dikkat! Derme çatmalık değil sözü edilen.) ne ki bilimsel soğukluk yerine felsefi tutarlılığı öncelediği için önermeleri yerli yerine oturmuşluğu edebiyat tadına taşıyabilen metinler… Deneme bu: teğellenmiş elbise değil, son provaya hazır kıyafet.
Bizim denemecilerimizin çuvallamasının veya çuvala sığmamasının nedenlerinden biri de denemenin gerektirdiği sıcaklığı, meramı sıcağı sıcağına günyüzüne çıkarma sanmaları. Hâlbuki deneme, sıcaklığını demlendikçe koruyan bir içerik. Formatı gereği özgürlüğü kısıtlayan, buna karşın özgünlüğe kapı aralayan bir tür. O yüzden de deneme, ‘deneme’ye olanak tanımadığı gibi deneyselliğe de pek şans tanınmaz. Denemede asıl maharet, ‘dil’de başlayıp biten (ve ona eklemlenene) bir kıvamda görüş beyan ederken, aynı zamanda bilime özgü ifadenin kepkesinliği veya felsefeye özgü keskinliği hedeflemeden, buna karşın içtutarlılıktan taviz vermeden kotarılan metinlerde ortaya çıkabilmekte.
Bu açıdan bakıldığında, ülkemizde eline kalem tutuşturulanların baskın çoğunluğunun, özellikle de gençlerin, bu adla yaptıklarına ne demeli? Yersiz olmadığı gibi kolay karşılanacak bir soru da değil bu? Öyle ya, hangi yayın organını elinize alırsanız alın, oradaki yazıların önemli bir çoğunluğunun deneme adıyla yayımlandığını ve bu yaklaşımın uygulamadan gelen bir tür meşruiyet kazandığını görürsünüz. İşin daha şaşırtıcı yanı, yakın bir geçmişe değin bu tür yazılar için kullanılan sıfat makale iken, geçen zaman zarfında ülkemiz aydını bu türü yalnızca bilim adamlarına hasretmeyi seçer ve bir zamanlar bu başlık altında değerlendirilen yazılarını artık deneme adıyla okur karşısına çıkarır.
Deneme yerine değini
Peki sahiden nedir bu tür yazılar? Metin (text) mi? Erbabı bilir. Bu da bir türdür ve mahiri pek azdır. Metin türü, henüz ülkemiz aydınının keşfetmediği bir nazenin. Metin olmadığına göre ne? Kanımca bu tür yazılar için en uygun ad, değini olsa gerek.
Öyleyse tam burada şunu sormak haksızlık sayılır mı?: Yazdığının nereye oturduğunu bilmeyen birinin yazdıklarını nereye oturtmalıyız?
Buradan şu tespite varmamız kaçınılmaz: Gençlerin onca yakın ilgisine karşın deneme türü, yapısı ve iddiası gereği gençlerden uzak duran bir tür. Bir kalem erbabının değil, bir dil erbabının uzun yıllar sürdürdüğü bir rububiyetle elde ettiği kıvamda ortaya çıkan bir tür deneme. Dolayısıyla işin yalnızca yetenekle (Hayır, yetenek olgusunun Ikarus’tan farklı olmadığı görüşümden vazgeçmiş değilim.) ilgisi olmadığı gibi yeterlilikle de bir ilintisi yok. O yüzden ülkemizdeki gençlerin deneme yazarlığı, henüz baba olmamış bir potansiyel babanın dedelik iddiasında bulunmasına benziyor.
Demem o ki, deneme, denemek fiilinden uzak durarak düşünüldüğünde (ve uygulandığında) asıl kişiyi kendine yakınlaştıran bir tür. Adı değil ama yapısı gereği denemeyi bir tarafa bırakan, tutturan kalemin işi deneme.
O yüzden ülkemiz bir deneme cenneti değil, deneyip başaramama cenneti.