Nereye sığınabiliriz eğitimin şerrinden?

Eğitim dönemini kapsayan yeni yetme filmleri bir tarafa, sinemada eğitim meselesini masaya yatıran birçok misal var. Alan Parker’in Duvar’ı, Yorgos Lanthimos’un Köpek Dişi ve Nikias Chryssos’un Sığınak’ı en sıradışılarından. Üçünün de benzerlik gösterdikleri husus, modern örgün eğitim anlayışlarının doğasındaki gayri insaniliğe işaret etmek. Elbette sanatın o insanı hayrete garkeden yaratıcılığıyla.

 

Binlerce yıllık klâsik anlayışa eğitim üzerinden meydan okuyan ve geleneğe dair ne varsa handiyse beherini yere seren modernitenin gelip dayandığı ve henüz lâyığınca yerle yeksan edemediği yegâne kale eğitim. Farkındayım elbet, kilisenin tekelinde diye skolastik eğitime karşılık 350 yıldır nice değişik yöntem ve anlayış ileri sürüldü; aralarından birçoğu da şu veya bu şekilde tatbik şansı da bulabildi. Fantezi düzeyinde kalanlardan tutun da ancak 100-150 yıl sonra uygulanabilenlere kadar bir sürü alternatiften sözedebilmekteyiz.

Doğru, bir yönüyle eğitim şart. Ama modern anlayıştaki gibi herkes için mi? Ve özellikle bizim gibi Avrupa’dan aldıklarını gizli bir kasıtla her daim yanlış anlamaya meyyal toplumlarda, eğitimde fırsat eşitliğini bir çeşit tekdüzeleştirmeye dönüştürmeye hangi hakla eğitim diyebileceğiz? Öyleyse nasıl bir eğitim? Ve hangi gayeyle, kimi, neye mebni eğiteceğiz? Ve bizim için sorulması zorunlu soru: Giyim-kuşamdakinden çok daha hızlı bir eğitim modası anlayışı o toplumu neye dönüştürür?

Mühim sorular. Ve yıllar boyunca yapılan yanlışlar ve yapılmayan doğrular yüzünden tutarlı bir biçimde cevaplandırılması imkânsızlaştırılmış.

Eğitimin Tehlikeleri

Cehaletten, vurdumduymazlıktan, işgüzarlıktan ve en önemlisi de hedefsizlikten dolayı eğitim uygulamalarımızı düşürdüğümüz içler acısı durumu hesaba katarak söylüyorum, yine de hâlimize şükretmeliyiz. Çünkü Batı’daki çok daha yüce ve farklı gerekçelerle daha vahim sonuçlar doğuran eğitim anlayışlarının ve uygulamalarının da farkındayız.

Eğitimin aslında ne menem bir şey hâline getirilebileceğini, özellikle de onca sıra dayağından geçirilen ve klâsik eğitim anlayışının bütün eksikliklerini giderebilecek, dahası her genci mutlu bir biçimde müreffeh bir geleceğe taşıyacak modern eğitim anlayışlarının nasıl da çığrından çıkarılabileceğinin altını çizen filmler çok. Ne ki benim için ikisinin yeri çok mühim. İlki henüz lise talebesiyken izlediğim ve beni derinden etkilemesi kaçınılmaz 1982 tarihli The Wall adlı film. Bizdeki tutan albümün adıyla çekilen filmlerin furyasını uzaktan çağrıştırsa da Pink Floyd’un aynı adlı albümüne dayanan ve Roger Waters’ın senaryosunu yazdığı, Alan Parker’ın yönettiği Duvar, öbür muhteşem evsafının yanında eğitim sistemini de şiddetle eleştirdiği için uzun yıllar, grubun kendi ülkesi İngiltere’de yasaklı kalmıştı. O kadar yani. Teknik maharetin doğrultusunda artan imkânlara rağmen filmin animasyonlarındaki derinliğe işaret etmemek haksızlık.

Köpeğin Dişleri Arasına Sıkışmak

İkincisi ise daha yeni. Son yılların en yaratıcı yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos’un 2009 tarihli Köpek Dişi (Kynodontas) adlı filmi. Film hakikaten sert ve sıradışı bir meseleyi gündeme getiriyor. Aynı zamanda ideolojiler çağı diye adlandırılan geçen yüzyıldaki yaşananları da tabii ki hesaba katarak ama meselesini zaman ve mekândan bağımsızlaştırarak ve elbette herhangi birisinin yanında yahut karşısında yeralmadan alttan alta şu soruyu soruyor: İdeolojileri bir tarafa bırakalım, ‘ideal toplum’ fikrinin kendisi, dahası belli bir ideal anlayışına göre o toplumun fertlerini dönüştürmeyi göze alabilmenin bizatihi kendisi gayri insani bir tavır değil midir? Öyle ya, siz iyiniyetle dahi başkalarına kendi doğrularınızı dayattığınızda bunun bir aşamadan sonra zulme dönüşmeyeceği ne mâlum! Ezberlenmiş cevapları bir kenara bırakarak düşünmekte fayda var. İkna ve zamanla dönüştürmek ile dayatmak arasında dağlardan bile fazla fark yok mu?

Trier ile Haneke karışımı bir zihin dünyası barındıran yönetmenin çıkış filmi durumundaki Köpek Dişi’nde, iyi niyetli bir baba, içinde yaşadığı toplumun çürümesinden, en azından ailesini korumak için şehrin dışında, yüksek duvarlarla çevrili bir villada yaşamaya başlar. Otoriteyi temsil eden baba, bürokrasiyi temsil eden anneyle elele vererek, diledikleri gibi bir aile kurmanın idealini gerçekleştirmek için kollarını sıvar. Çocuklarını okula göndermez ve evde, diledikleri gibi yetiştirirler. Bu farklılaştırma arzusu akla gelebilecek her şeyi kapsar. Meselâ televizyonun kötülüklerinden korunmak için kendileri bazı videolar çeker ve televizyon yayını diye çocuklarına izletirler. Kendi doğrularını içeren didaktik videolardır bunlar.

Farklı ve Tehlikeli

Nihayetinde çocuklar, ebeveynlerinin beklediği gibi yetişirler. Ama galiba hesaplayamadıkları bir mesele vardır: İçinde yaşadıkları toplumun ahlâk yozlaşmasından kaçınmak için özel şartlarda büyüttükleri çocukları, toplumdan mahrum bırakıldıkları için kendi toplumlarından bile yoz, aşağılık, gayri ahlâki ve gayri insani varlıklara dönüşmüşlerdir. Ve yaşayabilecekleri yegâne yer, yüksek duvarlarla çevrili o banliyö evinden ibarettir.

Kısaca söylemek gerekirse toplumun şerrinden korunmak için özel yetiştirilen çocuklar, toplumun korunmasını gerektirecek birer canavara dönüşmüşlerdir.

Otorite, disiplin, farklılık, benzerlik, tektiplik, eğitim, ideal ve ideoloji gibi deve dişi meseleleri masaya yatıran film, ne yazık ki seyri hayli zor bir yapım. Demedi demeyin.

Ebeveynin Şerrinden Kaçabilmek

2015 tarihli Sığınak (Der Bunker) adlı filmde, disiplin denince akla gelen Alman toplumundayız. Nereden akıllarına esmişse bir ebeveyn, yegâne çocukları Klaus’un bir gün Amerika’ya başkan olması gerektiğini hayal eder ve çocuklarını da bu uğurda yetiştirmeye başlar. Tabii özel bir eğitimle ve ev okulunda. Zamanla bazı pratik sorunlar başgösterdiği için ikili, üniversitede fizik okuyan kiracılarından yardım ister. Film boyunca adını öğrenemediğimiz, dolayısıyla toplumu temsil eden kiracı, kendini adadığı bilim yolunda sükûnet içerisinde ilerlemeyi düşlediği bu yuvada, akılalmaz bir ortamın içine çekiliverir. Klaus’un akla ziyan durumunu görünceye değin bilimin, yani ilerlemenin ve gelişmenin, başka bir ifadeyle daha çok kazanmanın yolunu tercih eden genç, garip bir huzursuzluk hisseder ve çocuğun ıstırabını dindirmeye karar verir.

İyi ama nasıl? Karşısında kendilerini ideallerine adamış ve haklı davalarından vazgeçmemeye and içmiş bir ebeveyn vardır. Hem bu evin duvarları, hem de ebeveynin kabulleri aşılacak gibi görünmemektedir. Biricik çocuklarını diledikleri gibi yetiştirmek arzusunun, zamanla sadistik bir işkenceye dönüştüğünü anlayamayacak bir hâldedir. Ve her ikisi de aynı zamanda kendi çocukluklarının travmalarını biricik çocuklarına yansıttıklarını kavrayacak bir anlayıştan da mahrumdur.

Biz mi? Biz bu meselede hâlâ Hababam Sınıfı’ndayız.