Müziksiz sözler: Minimal bir yaşantı

Melodi, tempo ve bunların izdivacından müteşekkil ritm. Müzik bu.

Sekiz (Ki aslında yedi.) notanın farklı tarzda bir araya getirilişinden ortaya çıkan bu akıl almaz zenginlik ve çeşitlikteki ses öbekleri, aslında insanın bulunduğu her yerde bulunmaması düşünülemezlerden.

İnsan, gerek kendi sesini, gerek doğadaki sesleri, belli bir anlam çerçevesinde tekrar veya taklit etmekten, son yüzyıllardaysa yeniden üretmekten edemeyen varlık. Gerek kendi sesinin sınırlarına dokunmak, gerekse kendisi ile sözü geçen sınırlar arasında ihtiyaç hissettiği meramı sese dökmek için başvurduğu en etkin iki yordamdan biri. (Malûm, öteki şiir.)

Aslında kabullenmekte zorlansak da yalnızca şimdiki değil, geçmiş ve gelecek insanlar kadar farklı müzikten bahsedebiliriz. Böyle bir şey çünkü müzik: farklılıklar yumağı. Ve insan kadar çeşitli müzik tarzından; anlayışından.

Tanımlar da bir o kadar çeşitli. Özellikle son üç yüzyılı hesaba kattığımızdaysa sık sık birbiriyle çelişebilecek denli tezat. Hatta geçen yüzyılın ilk yarısında gürültü dediğimiz şeye, aynı yüzyılın ikinci yarısından beri müzik diyebilmekteyiz. Bir yanda ahenksizliğin abidesi bir ses, öte yanda ahengin…

Ne değişti peki? Yalnızca müziğin tanımının değişmesi böylesi bir sonucu doğurabilir mi? Elbette hayır. Değil sıradan insanımızın, ülkemizin aydınlarının çoğunun kabullenmekte zorlandıkları bir biçimde insan değişti çünkü. Hem maddesiyle üstelik, hem de manâsıyla. Ve hatta bir daha geri dönülemezcesine. Daha ilginci, olanca zenginlik ve çeşitlilikteki kültürler, yeryüzündeki hiçbir hayvan veya bitki türüyle karşılaştırılamayacak denli hızla yokolmakta. Yeryüzü, insanlık tarihi boyunca hiç olmadığı kadar tek tipleşmekte. Çoraklaşmakta. Bu kadar ayan-beyanın anlatılması da çetin, anlaşılması da.

Her şey gibi ve kadar müzik de bu gelişmelerden etkilenmekte tabii ki.

Yürürlükteki Batı merkezli açıklamaya göre, gerek eğlence amaçlı, gerekse mistik hazza matuf dansa eşlik gayesiyle icat bulmuş müzik, Tanrı’nın kelâmı kullarının üzerinde daha bir haşyet uyandırsın diye kiliseye gireli beri, yalnız içerik değil, nitelik de değiştirdi. Artık sıradan hazların eşlikçisi değildi müzik. Üstelik, insanlar üzerindeki teshiri daha bir pekişsin diye eğitim almış zihinler tarafından bestelenmekteydi. Ve adım adım, daha çok onlara seslenir bir düzeye tırmandı. Ortaçağ sonrasındaysa tam manâsıyla ikiye bölündü: dini müzik, lâdini müzik. (Meselâ bu ayırım asla bizim kültürümüzde karşılık bulabilecek bir tasnif olmadı.)

Olanca çeşitliliğine ve zenginliğine rağmen bugüne kadar yapılmış bütün müzik türlerini kapsama iddiasındaki (belki de yegâne) tanım, müziğin tasarlanmış ses şeklindeki tespiti. Özellikle de çağdaş müzik anlayışlarını hesaba kattığımızda bu tanımın önemi daha bir kendini belli etmekte.

Rönesans’ın getirdiği değerler henüz yeterince içselleştirilmeden birbiri ardından peşi sıra sökün eden ve birinin öbürünü hem tadil ettiği, hem de zenginleştirdiği barok, klâsik, romantik ve nihayetinde modern dönemler… Aralarındaki en önemli dönemin sonuncusunun sayılması, kronolojik bakımdan yalnızca bize yakınlığıyla alâkalı değil. Daha önceden getirilmiş onca değer, geçen yüzyılda yerini bambaşka ölçülere (Ve daha önemlisi, ölçütlere) bıraktığı için müzikteki yenilikler, sanıldığının tersine çoğun akademik düzlemde seyretti ve orada kaldı. Halka yansıyan yeniliklerse hiç beklenmedik bir cenahtan geldi; avamın en aşağıya itilen kesiminden: zenci köleler.

Bir ayağı blues’a, öbür ayağı caz’a evrilecek bu yeni müzikal ifade, (Hakkını teslim etmek durumundayız.) asıl nitelikli düzeye doğru tırmanışına, Amerikalı veyahut İngiliz beyaz adamının işe karışmasından sonra geçti. Elbette zenci cazcıların da yaratıcı katkılarıyla. Aynı dönemlerde (yaygın ama sorunlu ifadesiyle) klâsik müzik sahasında ne mi oluyordu? Handiyse hiçbir şey. Çünkü klâsik müzik anlayışı, modernite yaygınlaştıkça yerini caza veya muhatabı sınırlı akademik müzik arayışlarına bırakmaya başlamıştı. Daha merhametli bir ifadeyle artık klâsik müzik, bestelenen değil, icra edilen bir müzikal ifade hâline gelmişti.

Caz kendine mahsus muteber yolunda ilerleyedursun, bluzun bir başka çeşidiyle tanıştı kitleler: Rock&roll. Daha hareketli, daha hafif ama daha cevval. Ve en önemlisi, daha çok şey söylemeye meyyal. 70’lerden itibaren bir miktar istihaleye uğrayıp rock adını alacak ve bütün dünyayı kasıp kavuracaktı; kuşkusuz en sığ örnekleri üzerinden.

Bu açıdan baktığımızda pop müzik ile popüler müzikte bu gelişmeler yaşanırken ve sanat düzeyini temsil eden klâsik müzik de sahneden çekilmişken, onun boşluğunu dolduracak farklı ve yeni ifade anlayışlarına ihtiyaç kaçınılmazdı. Tam bu aşamada, başka adayların yanında minimal müzik anlayışını zikredebiliriz.

İlkin müziğin başka ana-babadan ikiz kardeşi mimari alanında ortaya çıkan bu anlayışa göre meram, mümkün mertebe en az malzemeyle ve en az miktarda tekniğe ihtiyaç hissederek tasarlandıktan sonra ifadeye dökülmeliydi. Kökeni 50’lere kadar götürülse bile şahlanışını 70’lerde, yani rock’ın bittiği, caz’ın son yüce bükülüşlerini serimlediği evrede ortaya çıkan minimal müzik anlayışı, bu açıdan bakıldığında tuhaf bir melezlik de barındırmakta: Bir yandan esasen sanat müziğinin yerine geçmeye talip ve onunla aynı nitelikli ifade anlayışını paylaşmakta; öte yandan malzemesinin öndeki ayağını caz piyanosuna yaslayan, arkadaki ayağıyla ise progressive rock’tan görünmez destekler gören bir kulvarda seyretmekte. O yüzden de uzun yıllar ancak sınırlı bir üst kültür katmanından iltifat gören minimal müzik, beklenmedik bir yerden el aldıktan sonra kitlelere malolmuş bir müzik anlayışı. Belki de bir müzik türü. Son derece az notaya ve bu notalardan çıkarılabilecek en az sayıda melodik ifadeye yaslanan ve bu ezgisini de ısrarla tekrar etmenin beklenmedik etkileyiciliğinden güç alan minimal müzik, yazık ki bir popüler müzik türü durumundaki ambient’la sıklıkla karıştırılabilmekte. Hâlbuki aralarındaki en ciddi fark, ifadelerindeki derinlikte saklı.

Uzun yıllar yakın arkadaş çevresinde verdiği konserlerin ardından; tiyatrocu, edebiyatçı, heykeltıraş, ressam ve tasarımcı gibi küçük ama seçkin bir çevrede aldığı müzik eğitimini icra eden Philip Glass, aslında aynı zamanda minimal müzik anlayışını kitlelere taşıyan isimlerin başında gelmekte.

Her ne kadar kendi müzik anlayışı için minimal müzik sıfatından daha çok ‘tekrara dayalı müzik’ tabirini uygun görse de Philip Glass, Michael Nyman’la birlikte türün avam nezdindeki lokomotiflerinden. Türün kapalı kapılar ardından kitleye ulaşmasını sağlayan süreç ise minimal müziğin aslında sinemanın ürettiği anlam dünyasını zenginleştirmek için ne kadar uygun bir nitelik taşıdığının farkedilmesiyle başlıyor. Sinema tarihinin gördüğü en ilginç işlerden biri sayılmayı hak eden, konulu film, belgesel ve de yeni bir ‘şey’ gözüyle izlenebilecek ünlü Koyaanisqatsi için bestelediği müzikle hem kendi adını, hem de türü dünyaya tanıtan Philip Glass’ın son derece ilginç bir minimal yaşantısı var.

Ve o da bu merak uyandıran yaşantısını Müziksiz Sözler adıyla kaleme alır. Alfa Yayınları’ndan çıkan bu otobiyografi, aynı zamanda geçen yüzyılın önemli sanat figürlerinin bir resmigeçidi niteliğinde.