Müthiş Bir Tren

Gizem Treni (Mystery Train) Jim Jarmush’un yazıp yönettiği 1998 tarihli önemli bir filmi. Film beklenmedik bir vakitte, 29 sene sonra ilk kez ülkemizde gösterime girdi. Elvis Presley’in hatırasına binaen. Festival gösterimlerini saymıyoruz elbette.

Gizem Treni (Filmin adı aslında Esrarlı Tren. En azından Gizemli Tren…) aynı zamanda filmde bizzat rol alan Tom Waits’in yanında Elvis Presley, Otis Redding, John Lurie ve Roy Orbison gibi müzisyenlerin şarkılarının ruhiyatından da istifade etmekte.

Son filmi Paterson’la karşılaştırılamayacak miktarda karşılıklı konuşmalara yaslanan film, elbette zerre sarkmayan bir akışa sahip. Yine de yönetmenin geçen zaman zarfında nasıl da sadeleştiğini gözlemlemek ilginç.

Memphis’in salaş bir otelinde bir gecede çakışan altı farklı hayatı izliyoruz filmde. Otel kâtibi ile kâhyası gibi karakterleri de hesaba katarsak bu sayı artsa da sonuç değişmiyor: Film aslında ikili ilişkiler üzerine kurulu. Daha ilginci, ikililerin yolları birbiriyle pek çakışmasa bile yine de bir şekilde birbirleriyle ilintilenen üç ayrı hikâye var filmde. Tıpkı aynı lokomotife bağlı üç vagondan müteşekkil bir trenin seyrü seferi gibi tasarlamış filmini Jarmush.

Memphis’teki bir otelde kalan ikililerin beherinin hikâyesi, ilk olarak yanıbaşındakinin trajedisine kayıtsız kalmaya and içmiş çağdaş insanın kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini resmediyor elbette. Üstelik hayli minimal bir ton ve ironik bir edayla. Daha ilk sahnede, aynı kompartımandaki genç Japon turist çiftinin kendi walkmanlerini dinleyerek, içinde bulundukları ortamdan kopup kendi âlemlerine dalışlarına şahitlik ederiz. Ve iletişimsizlerine.

Bir yandan içinde bulundukları bu hâli şiddetle istemekte, öte yandan bu isteklerinin kendilerini sürükledikleri yapayalnızlıktan kaçmayı arzulamaktalar. Biri ne söylüyorsa öteki zıddını savunan, aslında yalnızca kendi isteklerini tatmin etme emelinde, (Hâlbuki görünürde beheri, ötekini hesaba katıyormuş gibi davranmakta.) ne ki son tahlilde tezadın nizamını bulmuşçasına birlikteliklerine ve hayatlarına devam edebilen zamane insanı. Üstelik Doğululukları onları Batılılar’ın iletişme tarzından hiç de farklılaştırmamakta: Çatışma yahut en iyi ihtimalle ittifaksızlık üzerinden sağlanan garip bir mutabakat.

Hemcinsiyle iletişmenin benzer bir durumunu dünyayla ilişkisinde de sürdürmekte bu insan tipi. Ortak ilgilerine giren neredeyse her konuda tamamen zıt görüşleri dile getiriyorlar. Ama yine de son tahlilde biraradalar. Arzuları, beklentileri, umutları sıklıkla hayalkırıklıklarına dönüşmekte; o da hayata tutunmak ve kendisini bizzat ittiğinin farkına varamadığı bu dipsiz kuyudan kurtulmak için eskisinden hiçbir farkı olmayan yeni seçenekleri tutamak belleyerek çare aramakta; aslında biteviye aynı hayatı tekrar tekrar yaşamakta. Dolayısıyla henüz Yokohama’dayken Memphis’te yapmaya niyetlendikleri ne varsa, ufak-tefek hayal kırıklıklarının dışında hepsini tek tek yerine getirmelerine rağmen genç Japon çiftinin o bir türlü bitmek bilmeyen tatminsizliği…

İkinci hikâye daha trajik bir açılış sahnesiyle başlıyor. Kocasının tabutunu Amerika’dan memleketine taşıyan İtalyan kadın, beklenmedik bir aksaklık yüzünden Memphis’e mecburen inmek durumunda kalır. İndiği yer, malûm, Elvis’in memleketi.

Akşam oturduğu kahvede yanına bir erkek gelir ve sevimli bir sahte hatıra eşliğinde Kral’ın naylon tarağını 20 dolara kendisine satmaya kalkar. Üstelik garson, zar-zor kurtulduğu küçük dolandırıcının hesabını da ona ödetir. Zoraki konuk, çok geçmeden aynı otelin lobisinde (Evet, ilk hikâyedekiyle aynı otel.) çarpıştığı evsiz bir kadınla odasını paylaşmayı kabul edecektir. Böylelikle onun da bir partneri vardır artık. Tıpkı genç Japon çifti gibi gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürecek bir muhabbet de hazırdır. Meramını ifade etmektense ustalıkla gizlemeyi, söylenmesi gerekeni söylemiş gibi yaparak ifade sorumluluğundan kurtulmayı sağlayan bir muhabbettir tabii ki bu. Yani kadın muhabbeti. Aynı zamanda diyalog gibi sahnelenen bir monolog.

İlk bölümde birbirini itiraz etmek için dinleyen genç bir ikilinin hikâyesine tanıklık etmiştik; ikinci bölümdeyse karşısındakini nezaketen dinleme evresini de çoktan aşmış orta yaştaki bir kadın karakterin gevezeliklerine şahitlik etmeye mecbur bırakılıyoruz. Çünkü sözkonusu kadın, aslında çoktan kendi iç sesini dahi dinlemeyi kesmiştir. Duymak, potansiyel anlamaktır çünkü.

Yani bencilliğini gizleme ihtiyacını aşmış bir bencillik evresi bu. Öyle ya bencillik, ancak öteki varsa anlamlıdır. Gerçek anlamıyla ötekinin varlığını kabul etmeyen bir insanın narsizmi, bencilliğin çok ötesindedir çünkü.

Çevresine hayretle bakan ve çevresindekilerce bu bakışı saflık diye yaftalanan taze dul İtalyan kadının, daha önce hiç tanımadığı ama merhamet yüklü mizacından dolayı oda arkadaşı kabul ettiği Amerikalı ‘kopuk’ kadın ile arasındaki bir gecelik iletişim, bir bakıma bütün ikililerin ilişkilerinin komprimesi adeta.

Günün herhangi bir ânında yaşanan bir hayal kırıklığının acısını hızla bastırdıktan sonra yarın için gizliden gizliye veya alenen umut beslemeye devam etmeyi bir yaşama alışkanlığına dönüştürmek…

Ve “hayatın yarısını rüyalarda geçirmek”. Kimileri REM uykusunda, kimileriyse yakaza hâlinde.

Herkeslerin sahte bir Elvis hatırası varken Kral’ın bizzat bir tek taze dulu ziyaret etmesi boşuna değildir. Çünkü gerek Memphisliler’in, gerekse ziyaretçilerin sahip çıkamayacağı denli hayallere açık bir karaktere sahiptir kendisi. Ancak çevresindekilere birşeyler verebilenler hayattan da kimi şeyler alabilme hakkına malik değil mi? İnsanları kıramayacak kadar insan kalanların ödülü bir başka türlü olmak zorunda. Zaten onun da Kral’ın şahsen uğradığı o virane otel odasından çıkmadan önce yaptığı son iş, parmağındaki yüzüğü çıkarıp cüzdanına yerleştirmek: Geçmiş, sadece geçmiştir.

Kimbilir böyle düşünürse belki bir gün Elvis gibi eski kocası da bir gece yarısı onu ziyarete gelecektir.

Üçüncü hikâye yeni işsiz ve sevgilisiz kalmış beyaz bir İngiliz ile onu teskine çalışan zenci arkadaşıyla açılıyor. Öbür hikâyelerden farklı olarak bu hikâye, yan karakterlere de sahiptir. Çok geçmeden sarhoş İngiliz’in, ikinci hikâyedeki geveze kadının sevgilisi olduğunu çıkarırız. Asıl partnerinin de kayınbiraderi. Üç kuruşluk bir soygun, Amerikan tarzı sebepsiz yere cinayet (yahut teşebbüsü) ve gittikçe çatallanan yanlış kurulmuş ilişkilerin teker teker sökülüşü… Ve geriye kalan tek şey, yitip gidenlerin doğurduğu yeri doldurulamazmış gibi duran o dipsiz kuyu… Sonsuz boşluk. Bastırılamayan. Ve şişe şişe içki eşliğinde süren bitimsiz bir gece yolculuğu.

Gece ilerledikçe bir türlü bitmek bilmeyen yolculuk ve uykusuzluk, bir yandan sinirleri epeyce germiş, öbür yandan bilinci hayli zayıflatmıştır. Şimdi bilinçdışının vakti… Yani gittikçe koyulaşan kuyunun.

Trende başlayıp trende biten, şehrin mahut yerlerinde devam eden, kara mizahı baharat niyetine kullanan ve karakterlerinin birbirlerinin hayatına bazen şöyle bir değip geçtiği hikâyelerin toplamı, insan hayatının ta kendisi.

Duyulan silâh sesi, (Hikâyenin başında görünen silâh, vakti geldiğinde ateşlenmek zorundadır çünkü.) çalışmayan araba, üstünden tren geçen köprü, radyoda çalınan aynı şarkı ve verilen aynı haber, geçilen aynı sokaklar… Ve bütün bu hengâme içerisinde her daim yerini koruyan Elvis’in manevi hayaleti.

Sığ sinema kültürümüz bize klişelerin beylik işler olduğunu tembihleyip durdu. Ne ki hayat adını verdiğimiz şey, aslında klişe dediğimiz kalıplardan müteşekkil; dışarıdan bakıldığında sıradan, fakat içine girildikçe esrar katmanlarından örülü odalardan başka nedir ki! Tamamı esrarlı bir treni meydana getiren birebir aynı odalar.

Doğal bir vagoncukta başlayıp insan yapımı başka bir vagonumsuda sonlanan bir süreç…