Müslümanlar’ın Mekke’yi işgal ettiğini biliyor muydunuz?

Kardeşim Hüseyin Yıldırım’a

Geçen yüzyılı en iyi betimleyen kavram hangisidir acaba? Uzay çağı mı, bilgi çağı mı, bilim çağı mı, iletişim çağı mı, bilgisayar çağı mı? Daha da arttırabiliriz bu iddiaları. Ne ki hacet yok. Kanaatime göre hiçbiri. Bence geçen yüzyılı, hatta Sanayi Devrimi sonrasını, en isabetli tasvir eden tabir, mucizesizlik. Gittikçe kavileşen bir cüsseyle üstelik. Kastettiğim, artık evrende hiçbir mucizenin gerçekleşmediği yahut gerçekleştiği hâlde kimselerin mucizeye filân inanmadığı değil. Bunun tam zıddına mucize, bir yandan zihnimizden bütünüyle kazınırken öbür yandan tuhaf bir biçimde ve beklenmedik tarzda gündelik yaşantımıza sarkmayı denemekte. Aldığımız onca eğitim ve öğretime rağmen kimilerimiz, akla hayale gelmedik yerlerde mucize aramakta. İşin tuhafı, bazılarımız bulmakta da.
İşaret etmekte fayda var. Zaten inancımıza göre mucize, öyle evrende zaman zaman karşımıza çıkabilen sıradışı bir vakıa değil, bir tek peygamberlere mahsus bir harikulâdelik. Fakat yazık ki Cumhuriyet Dönemi’nde mucize kavramına bu hakiki anlamını örseleyecek bir biçimde yeni bir yananlam daha eklendi: sıradışı olay veya harikulâde vak’a. Bu da işin başka bir acı tarafı.
Böyle bir dönemde, üstelik gizli veya aşikâr, handiyse hepimizin mucizeyi yalnızca gündelik hayatımızdan çıkarmakla yetinmeyip bir de zihnimizden spatulayla kazıdığımız bir dönemde, yerli-yersiz her durumda bu tabirin kullanılması, daha doğrusu, hastalıklı bir şekilde ve yanlış bir anlamda gündemde tutulmaya çalışılması tuhaf.
Peki mucizesizlik ne demek? Kâinatta olmuş, olan veya olacak herhangi bir hadisenin izahında mucizeye ihtiyaç hissedilmemesi… Mucizesizlik bu.
Üstelik mucizesizlik, en çok da din sahasında gözlemlenmekte.
İslâm’ın akıl ve mantık dini olduğunu iddia etmek başka, müslümanca düşünme melekesi kazanıldıktan sonra İslâmi hususların akıl ve mantık çerçevesinde izahının kabilliğini ifade etmek daha başka şeyler. Bu ifadelerin ilki İslâm’ın, akıl ve mantıktan ibaretliğinin örtük bir ifadesiyken öbürü, akıl ve mantığın yanına kalbi veya gönülü de koymaya açık…
Peki mucizeyi hayatımızdan, sadece dini muamelâtımızdan değil, hayatımızın her cephesinden bile-isteye çıkardığımızda nasıl bir manzarayla karşılaşıyoruz?
Şöyle:
“Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekkeliler’le barış yapmak çarelerini aradı. Kervan yolunu açtı, Kâbe’yi tavaftan vazgeçti. Kaçakları teslim etmeyi ve bütün isteklerini yerine getirmeyi kabul etti. Anlaşma Hudeybiye’de yapıldı (627).
(…)
Müslümanların bu müşküllerle uğraşmalarından istifade etmek isteyen Mekkeliler muahedeyi bozdular. Peygamber Efendimiz’in kumandasındaki İslâm ordusu Mekke’yi gafil avladı ve şehir işgal edildi. Hz. Peygamber merhametli ve şefkatli bir fâtih sıfatıyla bütün Mekkeliler’i toplattı. Onlardan hiçbir şeyin hesabını sormadı ve hepsini affettiğini ilân etti. Bu hareketi büyük bir psikolojik tesir yarattı. Bütün halk, birkaç saat içinde, içten gelen bir istekle müslüman oldu. (630)
Mekke’nin işgalinden sonra Taifliler İslâm ordusuna karşı harp ilân ettiler.” (s. 386).
Dikkat buyurunuz, Efendimiz tarafından Mekke’nin işgal edildiği metinde iki kere zikrediliyor; hem de aynı sayfada. Sehv değil, bir kabulle karşı karşıyayız demek ki.
Öte yandan, ifadelerdeki katır-kuturlukları, dil ve anlatım bozukluklarını zikre hacet yok.
Kitabın adı Mukayeseli Dinler Tarihi. Altbaşlığı da en az kitabın adı kadar kallâvi: İnsanın Yaratılışındaki İlâhi Felsefe. Yazarı Ahmet Kahraman. İç kapaktan öğrendiğimize göre Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Emekli Öğretim Görevlisi imiş kendisi. Kitabın 11. baskısı İstanbul’da Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları tarafından yapılmış.
Bırakalım Efendimiz’e Mekke’yi işgal ettirmedeki incelik yoksunluğunu; zaten Mekkeli bir insanın, sürüldüğü memleketine dönüşünü işgal diye görmek ve göstermek iddiasındaki akılsızlığı ve mantıksızlığı nereye koyacağız?
Daha acısına geldi sıra. Müslümanlara 1400 küsur yıldır Mekke’yi işgal ettiren bu kitap, 1985’den beri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara tavsiye edilmekte. Eyvah ki ne eyvah yani. Dile kolay. Tam 11 baskı. Binlerce nüsha demek bu.
Şimdi aynı siyer dönemini bir başka kalemden, geçen yüzyılın Türkiyesi’nin en meşhur meçhullerinden birinin kaleminden takip edelim:
“Tepelerden tâ Mekke etrafına kadar hertarafı kaplayan yumak yumak alaylara, bakınca Ebu Süfyan!
– Yâ Abbas, diye bağırdı; kardeşinin oğlu ne büyük saltanata ermiş!
Hayır yâ Ebu Süfyan bir türlü farkı ayırd edemiyorsun! Bu, saltanat değil, nübüvvettir!.
– Hâ, evet!.
Diyebildi Ebu Süfyan.
Ubâde oğlu Saâd Hazretlerinin Ebu Süfyan’a söylediği sözden, Ensar topluluğunun kan dökmeğe niyetli olduğu hissi doğmuştu. Vaziyet hemen Allahın Resulüne bildirildi.
Emir buyurdular:
– Ali, yetiş, bayrağı Saâd’in elinden al ve Mekke’ye ilk sen gir!
Ve Ebu Süfyan’a dediler:
– Bugün rahmet günüdür; Allahın Kureyş’i aziz edeceği gün.
Kâinatın Efendisi, Üsame Bin-i Zeydi develerinin arkasına bindirmişler, yavaş yavaş Mekke’ye iniyorlar.
Gurup gurup, alaylar, kabileler, ağırlıklar ve Peygamber zevceleri, herkesin gireceği noktalar plânlı.
Bütün kollar taarruz gelmedikçe kılıç çekmemek emrini almışlar.” (s. 308-309)
Şimdi de aynı kitaptan, ilâhiyat hocamızın, işgal gördüğü sahneye göz atalım:
“Tekrar münadiler bağırtıldı:
– Belli başlı ondört şahıstan başka her kim Kâbe’ye sığınırsa emniyettedir! Bunlardan başka her kim, evine ve filân falının evine çekilirse emniyettedir!
(…) Bunların içinde İslâma gelmişken dönenlerden olmayanlar ve küfürde ısrar etmeyenler:
– Allah bir ve Muhammed O’nun Resulü.
Derdemez öyle bir affa erecektir ki, Ebu Cehil’in oğlu Akreme, Ebu Süfyan’ın karısı Hind ve cinayet ortağı vahşi bile bağışlanacak ve imanın nur ve bağrına basılacaktır.
Allahın Sevgilisi, arkalarında silâhlı askerler, bir yanlarında Ebu Bekir ve öbür yanlarında Üseyd Bin-i Udeyr Mekke sokaklarından geçiyorlar.
Kâbe’nin önünde tekbir getirdiler.
Onbinlerin tekbiriyle dağlar inledi.
Allah en büyük.
Allahın Resulü nail oldukları büyük fetihten öyle bir şükür, haysiyet ve tevazu tavrı içinde ki, devesinin üstünde mukaddes başı çehresini gizleyecek kadar eğik.
Bu baş tulgalıdır ve tulganın üstünde siyah bir sarık vardır.” (s. 310-311)
(İmlâ anlayışı yazarına mahsus.)
İkinci kitabımız ise O ki O Yüzden Varız. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in benim alıntıladığım kitabının adı bu. Kitap Türk Neşriyat Yurdu tarafından 1961’de yayımlandı. Fakat ufak-tefek değişikliklerle yayımlanmış adıyla tanıyoruz kitabı: Çöle İnen Nur.
İnsan karşılaştırmadan edemiyor. Bir yanda yetersizlik abidesi Cumhuriyet Türkçesi’nin elverdiği imkân çerçevesinde titizlenme, edep ve haşyet edası, öbür yanda müsteşrikleri kıskandıracak denli bir küstahlık. Elinin tersiyle reddettiğini iddia ettiği pozitivizmin akılyürütme tarzı, mucizesizliğin tipik bir timsali… Belki de akademik tarafsızlık maskesine sığınılarak sağlanan bir rahatlık; nefs emniyeti…
Bir de yazarlara bakalım. Biri uçuk-kaçık bir ‘şair parçası’ (!), öbürü İslâm âlimi. Yahut âlim. Daha tatmin edici olacaksa akademisyen.
Demek ki asıl mesele dindar nesil yetiştirmek değil. Asıl mesele, din anlayışımızı çürütücü böylesi zamane bakışlarından arındırmak.
Demek ki kutsalı kalmayan bir din, en hafif ifadesiyle figürü eksik putataparlıktan başka bir şey değilmiş!
Dinde akla ve mantığa açtığımız yerden çok daha az bir kısmını ne vakit gönüle de açacağız acaba?