Yeni Zelanda’daki elem verici katliamın tartışmaları ve akisleri sürerken, ister istemez eski defterlerimizi karıştırıyoruz. 11 Eylül olayları üzerinden neredeyse 20 yıl geçti, ama tüm batı medyası o zamandan beri girmiş olduğu “zihin programlama” tünelinden bir türlü kurtulamadı. Müzik, oyun ve sinema endüstrilerinden tutun da sözde “saygın” düşünce kuruluşlarının Müslüman toplulukları resmetme modeli 200 sene öncesinin oryantalist kodlarından ilham almaya devam ediyor.
Özellikle de “yazılı ve görsel basın”, son yıllarda Avrupa’da ne kadar ırkçı eğilimli kitle varsa onları harekete geçirmeye yönelik ciddi yayınlar yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Burada ciddi lafının altını çizmek lazım, yoksa 28 yaşında, eğitimsiz, ipsiz sapsız, tavırlarından cehalet akan bir teröristin böylesine 75 sayfalık bir beyannâme (manifesto) yazması düşünülemez.
Mossad’ın Christchurch’de işi ne?
Zaten bu kâtilin geçmişte yaptığı Pakistan ve Türkiye ziyaretleri sırasındaki kullandığı “profesyonel” sosyal medya dili ile, 2011 tarihli “Christchurch depremi sayesinde MOSSAD ajan zinciri deşifre oldu” gibi İngiliz gazetesi Telegraph’ın tuhaf bir haberini birleştirince, aslında hiç bir “saldırı eyleminin” münferit bir hâdise olmadığını anlayabiliriz.
Christchurch gibi dünyanın ucunda bir şehirde MOSSAD’ın neden istihbarat toplama girişimi olsun, elbette bu ayrı bir yazı konusu. Şimdilik odağımız, gittikçe artan bu ırkçı söylemlerin beslendikleri medya dilleri.
Bu konuda ironik bir şekilde batı akademilerinde çalışmalar mevcut, özellikle Hollywood’un Arapları ve Arap imgesi altında tüm Müslümanları nasıl resmettiğine dair.
Media Education Foundation kurumunun Massachusetts üniversitesinde iletişim ve medya profesörü olan Sut Jhally’ye çektirdiği “Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People” isimli belgeselde, ABD sinema ve tv sektörünün sürekli Arapları nasıl kötü olarak göstermek için belli başlı teknikleri kullandığını gözler önüne seriyor.
Belgeselde Arapları Hollywood filmlerinde kötü gösterme geleneğinin sanıldığından çok daha eskilere dayandığı gösteriliyor. Yapımcıların iddiasına göre bu “planlı hareket” 1920’lerin sessiz filmleri ile başlamış. O yıllarda batının herhangi bir şekilde “İslâmî terör” gibi bir endişesi yoktu ama o yıllarda Müslümanları kötü ve tehlikeli insanlar olarak gösterme eğilimindeymişler.
Belgeselde ayrıca ABD’li yazar Jack G. Shaheen’un görüşlerine yer verilmiş, Shaheen’in aynı adlı bir kitabı da bulunuyor. Shaheen kitabında tam 900 filmi incelemiş, bütün bu filmler gerek kişiler, gerek tarihî hadiseler, gerekse film dekoru ve mekânlar üzerinden sürekli olarak Arap erkeğini kötü, pis ve tehlikeli olarak gösteriyor.
Bu medya tiyatrolarının sonucunda İngiliz ve Amerikalı bulvar gazeteleri “Müslümanlar şeriat getiriyor, işlerini çalıyor, kadınlarınıza tecavüz ediyor” diye sürekli haberler yapıyorlar. Öte yandan “eğlence sektörü” sayesinde zombiye dönmüş ırkçı batılı kafalar, kendi hayatlarındaki kişisel açmazlarının üstesinden gelmenin çıkış yolu olarak “yabancı düşmanlığını” görüyor.
Los Angeles Times gazetesinde yazar-yönetmen Micheal Singh’in “Valentino’s ghost” isimli bir belgesel filminin kritiği çıkmış. Belgesel filmde, Hollywood sinema tarihi ile ABD’nin Ortadoğu politikaları arasındaki ilişkinin tarihi incelenmiş.
İsrail’in kurulmasının Hollywood’a etkisi
Valentino’nun hayaleti, Bağdat hırsızı gibi 1920’lerin filmlerinde Ortadoğu coğrafyası ve halkları çok normal, hatta sevimli olarak resmediliyormuş. Ancak Singh’in iddiasına göre, 1948 yılında İsrail’in kurulması, 1972 Münih olimpiyat oyunları saldırıları, 1973 Arap ülkelerinin petrol krizleri ve özellikle 11 Eylül saldırıları gibi olaylar, direkt olarak Hollywood sinemasının Müslüman ve Arap algısına etki etmiş.
Belgeselde bu fikirleri tarihçi Niall Ferguson, yazar John Mearsheimer ve gazeteci Robert Frisk destekliyor.
Bu tarz yayınların ana kaynağı ise Amerika’nın FoxNews kanalı. Yani bizdeki Fox’un büyük ağabeyi. Başka bir ifadeyle Yahudi Murdoch’un kanalı. Bir haber, görsel ya da fikir ilk buradan servis ediliyor, oradan da bulvar gazeteleri ve sosyal medyaya düşüyor. FoxNew’tanda yeni bir belgeselde şu bile iddia ediliyor, ABD halkını kışkırtmak için. “ABD’de Müslümanlar her yere sızmışlar.”
İsmi Jihad in America: The Grand Deception yani “Amerika’daki cihad, muazzam yanılgı.” Yanılgıdan kasıt Müslümanların göründüğü gibi olmadıkları, sinsice ABD’yi ele geçirmek için planlar yaptıkları.
Belgeseli Steve Emerson ve ekibi hazırlamış. Steve Emerson kendisini tvlerde terörizm eksperi olarak tanıtıyor, FoxNews gibi kanallar böyle yüzleri ekranlarına çıkartıyorlar. Steve Emerson o kadar terör uzmanı ki, 1995’teki Oklohoma bombalanma olaylarını “Ortadoğulu” teröristlerin yaptığını iddia etmişti, sonrada işin gerçek yüzü ortaya çıkınca elbette tv’lere bu konuda konuşmak için çıkamamıştı.
Ancak bu gibi kafaları böylesi olaylar yıldırmaz, ne yapar eder para bulurlar ve tüm ABD’de gösterime girebilecek “belgeselller” çekmeyi başarırlar. Belgeselin iddialarına göre, “Müslüman kardeşler” gibi “cihadcı” gruplar gizlice pek çok ABD kurumuna sızmış durumda ve ABD halkı bazı Müslüman sivil toplum kuruluşlarına kanmamalı çünkü onların asıl derdi ABD’yi içten yıkmakmış.
İddiaya göre, Müslümanlar ayrıca Hollywood’a, müzelere, yayıncılık endüstrisine, hukuk sistemine ve hepsinden tehlikelisi ABD kongresine bile sızmışlar.
Böylesi yalanları bir tv kanalı nasıl belgesel diye yayınlar inanılır gibi değil.