Modern zamanlarda hikâye

Bizde edebiyatla varoluş merkezli ilgilenenler, başka bir ifadeyle hayatını edebiyata vakfedenler yaban ellerle karşılaştırılmayacak denli az.

İlkin bu acıtıcı gerçeği kabul ve itiraf mecburiyetindeyiz. Yerli-yersiz her konuda yüzümüzü dönmek için fırsat kolladığımız Avrupa’da yahut Amerika’da ancak meraklı sayılabilecek büyük bir yığın, bizde bizzat edebiyat üretme alanına bir şekilde eklemlenmiş durumda.

Ülkemizdeki bu büyük edebiyat doğurganlığı yüzlerce dergiye, binlerce isme, bir o kadar kitaba dönüşmekte. Ne ki bu kitleden hakiki anlamıyla kalıcı eser veya yazar çıkabilecek mi? Özellikle pazarlama marifetiyle çoksatanların içerisinden, nümûnelik olsun bir yazar, bir eser 100 yıl sonra da hatırlanacak mı merak ediyorum. Kendi adıma ben, cümlenin öğelerini doğru-dürüst sıralayamayacak kişilerin şiir yayımladığı bir edebiyat ortamında bulunmayı kazanım sayamayanlardanım. Bu yüzden de, geleneğimizde ‘sözün prensi’ kabul edilen, bugünse en pestpaye duygulanımların at oynatma alanına dönüştürülen şiir yerine, kendime daha bir azınlığın sıvandığı hikâyeyi seçmiştim. Yıllar yıllar önce.

Bende hikâye, başka hiçbir biçimde dillendiremeyeceğim meramın ifade alanı…

Ve kendinden başka hiçbir şeye hizmet etmeyen, yalnız kendi hatırı için varolan bir uğraş. Öyle ya, ne yüzyılımızın gizli tanrısı paraya yakınlaştıran, ne de bırakalım mimarlığı, bir mühendislik kadar itibar kazandıran bir şeyle başka niçin uğraşılır ki!

O yüzden bir hikâyeci, hele hele hakiki manâsıyla bir romancı, bir gün tarihe hesap vereceğinin bilinciyle âna tanıklık etmek durumunda. Nasıl bir ortamda yaşadığının bilinciyle kendi döneminin edebiyat/sanat anlayışının gelip dayandığı düzeyi esas kabul etmemek, hiç de yabana atılır bir anlayış sayılmasa gerek. Çünkü en temel edebiyat/sanat kurallarının başlıklarından bile habersizlerle kuşatılmış bir tarih diliminde yaşamanın kişiye yüklediği bir sorumluluk vardır: ‘Şimdi’yi hesaba katmak ama istikbali muhatap almak. O yüzden de zamanımızın hakikatli hikâyecisinin, romancısının, şairinin gerçek muhatabı, yine kendi düşlediği okurlar…

Yazıyı, özellikle de kurmaca yazıyı, gündelik hayatı zenginleştiren ve onun bir uzantısı sayan yürürlükteki edebiyat anlayışı yerine, kurguda okurunu, yaşadığı dünyanın ötesinde başka bir dünyanın varlığını alttan alta anımsatan bir kurmaca diye kabullenmek… Hikâyeyi ise yine yaşadığımız dünyanın dışında kurmacalanmış bir ortamda okuru gezintiye çıkarmak diye anlamak… yaşanılan dünyadan hareket ederek muhataba yaşanılası dünya hakkında bir tahayyül imkânı sunmak… Çünkü hayat, sanata ancak ilham verebilir; modellik edemez.

Bir de şu kıssa tuzağı… Güya gelenekselle bağ kurmak gayesiyle zamanımızın insanının tahayyül ve tahassüsünü tahfif ettiğini fark edememek… Üstelik kıssa tarzını aynen uygulamakla çağımız gerekliliklerinin farkında biri olarak yaşanılan şartlara yeniden uyarlamak arasında bile fark ortadayken. Üstelik modern insanın sorunlarının, ancak modern bir dil ve ona uygun anlatım tarzlarıyla dillendirilebileceğini kavrayamamak ne acı.

Doğru, böyle bir yazar, bir tek edebiyat ve sanat için gerekli miktarda incelmiş küçücük bir azınlığa seslenmek durumunda kalır.

Anlatmak ve anlaşmak farkı

Bizde de görünen ve hissedilen gerçekliğin bir başkasına aktarılmasında öncelenen yordam, söz esaslıydı; dünyanın geri kalanındaki gibi ve kadar.

Sözlü geleneğin dışarıda bırakılmasıyla birlikte yeri yazıyla doldurulmuş gibi görünen, aslında sözün gücünü öldüren yazı, en kestirme ifadesiyle anlam’a sınır getirdi. Anlama sınır getiren yazı, kendine özgü anlatım olanaklarını da zamanla beraberinde getirdi elbette. Özellikle de modern edebiyat anlayışlarıyla birlikte. Ne ki bu imkânların sağlıklı ve başarılı kullanımı da ülkemizin edebiyatçısı için ayrı bir sorun teşkil etmekte. Çünkü biz modernleşmek için harf değiştirirken yalnızca bir takım anlamlara işaret eden simgeleri değil, kendine özgü bir ruhu ve o ruha özgü duyarlılığı da değiştirdik. Başka bir ifadeyle, yeryüzünde eşi-benzeri bulunmayan bir halk ve ona uygun bir kültür ürettik. Modern olmayan, buna rağmen klâsik/geleneksel de olmayan, ne idüğü belirsiz bir ahali ve ona uygun bir zihin ve his dünyası…

İlginçtir, özetlediğim bu apaçık gerçeğe rağmen, modern sayılmak isteyenler kendilerini modernleşmiş hissetmekte, tersi durumundakiler de, yani modernleşmek istemeyenler de kendilerini geleneksel hissetmekte; yaşadıkları duruma gözlerini tamamen yumarak.

Çünkü o değişen harfler, bize yeni anlam alanları kazandırmak yerine yeni boşluklar, yeni belirsizlikler doğurdu. Üstelik tüm dünyaya meydan okuyacak bir anlam ve anlatım kudretine sahipliliğin en üstün semerelerini devşirmeye hazırken gerçekleşti bu kesinti. Kesintiye uğramış bir medeniyetin zihni emekleme dönemindeki bir nesli olarak kaderimiz, dilimizin anlatma gücüyle değil, anlaşma arzusuyla sınırlı.

Bu sınıra bir de yazının kendisinin getirdiği ‘sınır’ı eklerseniz, genelde sanatımızın, özeldeyse edebiyatımızın ve konumuz gereği hikâyemizin kudret çeperinin sığlığının etmenini de bulursunuz. Edebiyat üzerine söylenecek her söz, ne yazık ki bu acı gerçekle başlamak zorunda.

Muhatabına gerçeği aktarabilmek

Hikâye bir gerçeklik aktarımı, hikâyeci de bir hakikatperest olmadığı halde, hikâye ile gerçeklik arasında yine de bir bağ vardır ve bu bağ, hikâyenin ‘gerçeklik’i (kendi gerçekliğini) aktarımında ortaya çıkar.

Genel anlamıyla gerçeklik iki türlü aktarılır: Birinci yola göre ilkin bir konuda daha önce nelerin söylendiğinden yola çıkılır, ‘ne’nin ve ‘nedir’in karşılıkları aranır; bulunanlar kendince derlenir. Derlenenlerden, bütün zamanlar için geçerli sonuçlar çıkarılacak biçimde sınıflandırılır. İkinci yolsa alıntılara gerek görmektense savlarını gerekçelendirmeden, düşünme biçimini çoğun yoksayarak düşünceyi aktarma diye özetlenebilir.

Bu bağlamda felsefe-bilim’in bir savlar yığını olduğu ve bu savların hesabının verilmesi gerektiği, bu hesabın da tarihi arka plân, denel gerekçe, denenebilirlik ve denetlenebilirlik olduğu anımsanmalı. Demek ki felsefe-bilim, bilme ve öğrenme arzusunun sistematiği, sanat ise duyma ve duyumsatmanın…

Sanatın hayatı taklit ettiği zannı çoktan gereksizliği anlaşılmış bir yanılgı. Hatta yaşanılanın yazılması, imkânsızlığı bir yana sanatdışılıktır da. Çünkü yazmak, daha en başından seçmek demek, ayıklamak ve belirlenenlerin, muhatabın zihninde de belirginleşmesi için belli kurallar çerçevesinde yeniden evrilmesi demek. Ama yazmak ile yaşamak arasındaki uçurumu güçlendiren bir metin ne denli edebiyattır? Yaşanılan, ancak yaşayanı ilgilendirmez mi? Okurun ilgisini çekmekse yazarın görevi. İlginçlik ne yaşanılmazlıktan medet ummayı gerektirir ne de abartıyı.

Felsefe-bilim yeni ve özgün bilginin ötesinde doğru bilginin peşinde koşar; sanat ise handiyse bunun zıddına bir arzuyla yola çıkar. Buna karşın sanat bilgisi, yöntemsel ve sistematiklik bakımından felsefe-bilimle aynı kulvarı kullanır. Fakat doğası gereği o, olgular bilgisini değil, yaratma bilgisini içerir. Eğer yazmayı kelimelerle beste yapmak diye alırsak bu anlamda hikâye, olgular tarafından yönlendirilen temanın belirlediği sınırlar arasında sıkışıp kalandan çok olguların oluşturduğu birikintinin üzerine çıkarak okurunu dilediği yere sürükleyen, muhatabını da kurgulanmış bu yeni mekâna taşıyan bir izsürücülüktür.

Edebiyatta Olay’ın rolü

 Edebiyatta olayın farklı boyutlarda rol aldığını kabullenmek, hikâyede de olaya başrol vermek anlamına gelmez. Tersine hikâyede olayın rolü figüranlıktan da aşağıda; neredeyse, kalabalık bir sahnede kameranın görüş alanından şöylesine geçen bir figürancık. Bir rabarba kalabalığı…

Böyle söyleyerek çok mu küçümsedik hikâyedeki olayın değerini? Tersine, tam da ona lâyık konumuna oturttuk. Çünkü hikâye dediğimiz anlatının görünür plândaki başat öğesi her ne kadar olaymış gibi görünse de aslında hikâyede asıl belirleyicilik, olayın kendisinde değil, (Dikkatinizi çekerim) o olayın anlatımında. Muhatapta nasıl bir etki uyandırmak isteniyorsa ona göre ve yazarın hikâye anlayışı doğrultusunda yeniden yorumlanışıyla dile getirilişinde.

Hikâyecinin görevi, en rahat söylenişiyle yersiz bir gayretkeşlik çabasıyla olayları düzayak anlatmaktansa akışın içerisine yedirmeye çalışmak. Hikâye olay anlatmaz; bir olay bahanesiyle kendini konu kılarak efsaneleştirmeye çabalar. Olaya merak duyanlar için haberler ne güne duruyor?

Öte yandan, elbette her konu, dilendiğinde okuru gözyaşlarına boğan bir trajediye taşınabilir bir karakterdedir ama yazar, anlattıkları üzerine örülen duvarda yükselen birinden çok, anlatmayı tercih etmedikleriyle kurulu tramplenden okurunu sıçratarak hissettirdikleriyle büyüyen biri değil midir?

Demek ki hikâyede olayın yeri bu: anlatılana çekirdeklik teşkil etmek. Çünkü hayat, sanatçıya konusunu değil, ancak ilham kaynağı sunar.

Günümüzde hikâyenin yeri

Yalnızca ‘eski’si olmayan bir toplum ‘yeni’yi sorgusuz bağrına basar.

İyi ya da kötü, hiç kimse kendi geçmişinden kaçamaz. Geçmiş, izi görünmeyen bir boyunduruk vasfıyla herkesi, her toplumu bağlar. Bizde sanılanın tersine modern olmak bu bağla ilişkiyi koparmak anlamına gelmez; hatta o bağın (varsa) esaretini ziynete dönüştürme yükümlülüğü getirir. Ülkemiz gibi modernitenin zorla dayatıldığı ve bu yüzden de haklı olarak ona başka anlamlar yüklendiği bir ortamda yaşayan sanatçının üzerine düşen, kendi çağına tanıklık etmenin yanında, o çağa özgü anlam ve anlatım imkânlarını da kavramaktır. Bu bağlamda modern olmak, bir zihniyet sorunundan çok, bir haberlilik ve yetkinlik sorunudur da. Çünkü modernitenin doğurduğu sorunları, modern anlatım tekniklerini bilerek ifade edebiliriz bir tek.

Modernite, iddia edildiğinin tersine, ne varolan gerçeklik’e elini sürdü ne de ruha dokundu. O kendi gerçekliğini yarattığı için insan ruhunu da dönüştürdü; hem yapısal bir dönüşümdü bu hem de algısal. Postmodernite ise sanki ‘eski’ gerçeklikle barışmış gibi davrandı ve tüm gözlemcilerini buna inandırdı ama hem insan hem de buna bağlı olarak onun gerçeklik algısı, zaten bir daha geriye dönmemecesine yeterince ‘başkalaşım’a uğramıştı. O yüzden de postmodernin sanal ‘ortam’ı internet, kendi gerçekliğini doğurmak zorundaydı: sanallık.

Her doğum bir ölüm habercisidir aynı zamanda. Burada ölümün kendisi için geçerli olduğu öğe, sonsuzluk düşüncesi. Aynı zamanda sadakat ve uzun süreli uğraş için de geçerli bu durum. Fakat bu yeni doğan bebek en çok da düşgücünü öldürdü.

İşte hikâye, en azından bu dönüşümü tahkiye etmek, şahitliğini üstlenmekle yükümlü. Geleneksel yöntemlerin bu meramı ifadede yetersiz kalacağını kavramak çok mu zor?