(M)İzah edebiliyor muyum?

Şaşırtıcı bir gerçek: Bir insanın katıla katıla ağladığındaki yüz şekli ile kahkahayla güldüğündeki yüz şeklini tespit ederek yanyana getirin, şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşırsınız. Evet, bir tıpkılıkla karşı karşıyasınız. Bir kaç ufak-tefek farkı saymazsanız, insanın gülerken büründüğü yüz şekli ile ağlarken yüzünün girdiği şekil, birbirinin ikizi… Üstelik bu iki tezadı kendi potasında eriten çok önemli başka bir öğeye de dikkatinizi çekerim: gözyaşı.

Hatta bu içiçeliğe, yaşlarla birlikte gözler de dahil.

Mizah hüznün kardeşi.

Bu düşman kardeşlik, edebiyat ve sanatta kimileyin aynı yumurta ikizi hâlinde de tezahür edebilmekte: traji-komik… Komedinin içinde barındırdığı acıtıcılık veya ıstırabın kabuğunu delmiş mizahilik…

Hayatın içinde çoğun kendiliğinden ortaya çıkan herhangi bir durumun arzettiği bu üstüste binen tezat, ayrı gibi görünen ama bizatihi aynı anlam örtüşüklüğü.

Evet, ilk bakıldığında gülen, ters çevrildiğinde ağlayan kel kafa çizimi…

İnsanın sınırlılığı: gülerken bile ağlamaya, ağlarken bile gülüyormuşluğa mahkûm edilmek!

Çağdaş insan, en yakınını bile ağlarken görmek istemez. Kendi adına mı, karşısındakini böyle yoksunluk içerisinde görmek istemediğinden mi, yoksa gördüğü bu hâlin yarın bir gün kendisi içinliğinin olasılığını anımsadığından mı, bilinmez.

Benzer durum gülmede de geçerli kimileri için. Onlara soracak olursanız gülmek de insanı ağlamak denli çirkinleştirir. O yüzden ne başkalarının yanında tebessümü aşarlar, ne de başkalarının kendilerine azı dişlerini göstermelerinden hazzederler. Aman o katıla katılalığı hiç sormayın!

Iki türlü gülünçlük kabul edilir:

1) Kendiliğinden gelişen ve insanoğlunun maruz kaldığı durum.

2) İnsanoğluna hemcinsi tarafından tasarlanmış bir formatta sunulan durum.

İlkinin tadı arandığında, ikinci üretilmek (veya tüketilmek) istenir. İlki çoğun düpedüz gülünçlük evresinde kalırken, ikincisinin bazıları kendini de aşar ve bir üst evreye tırmanır. O evrede de mizah adını alır.

Peki niçin mizaha ihtiyaç hissedilir?

Bir kutu hap mı yazalım, bir kutu mizah mı?

Modern insanın stres dediği ve akıp giden zamanın içinde büyük bir çoğunluğu kapsayan hay-huy kusmuğu, işgal ettiğinin değerine oranla kendi kıymetsizliğini vurgularcasına bir sıkıntıya maruz bırakır çoğunluğu: bunalım. Bunu aşmak için de iki eşi menendi bulunmaz çare sunar çağdaşlık insana: mizah ve Prozac. Ya ilâç alıp da şapşallaştıracaksın kendini… Ya da dimağının şalterini kendi ellerinle indirip ‘hayata mizahi açıdan bakacaksın’. Traji-komik değil mi sizce de!

Acıklı durumun kendinde saklı kahkaha; hayatın ta kendisi. Peki hayatın olagelen evrelerinden yalnızca birini, öteki yokmuşçasına sıyırıp bir başına ele almak ve o evrede odaklaşmak ne anlama gelir? Çünkü içten gelmiş bir kahkahada öylesine büyülü bir kudret saklı ki alışılagelmiş şartlanmışlıkların doğurduğu statükoyu yere sermesi, ortada ne kadar olumsuzluk varsa tümünü tuz-buz etmesi işten bile değil.

Mizah, insanların, olayların ya da durumların gülünç yanlarını ele alan bir tür olmaktan öteye geçip de, ele aldıklarını gülünçleştirmeye başladığında asli değerine yakınlaşır. Fakat tıpkı küçük mizahçıların, mizahın en alt dalı sayılan kelime oyunlarında sıkışıp kalmasında görüldüğü gibi, yeterliliklerinin hep bu ilk etapta rolantiye geçtiklerine şahitlik edilir.

Olması gereken ile olmaması gerekenin, beklenmedik ve şaşırtıcı izdivacı…

Zıtlığın doğurduğu zıtlık

Mizahın kendisi de tezadın çocuğudur.

Nerede birbirine zıt iki öğe yakalarsa orada hayat bulması işten bile değildir. Yeter ki bu iki karşıt öğeyi aynı anda görecek, üstelik hemcinslerine de gösterecek bir zekâ, aynı ayna orada bulunsun. Olağanın içinde saklı olağandışının, kimileyin de tersine, olağandışının içine gizlenmiş olağanın, bir biçimde yanyana gelerek tersyüzleşmesinden hareketle yakalanan espri, mizahçıların ana sermayesi.

İnsanın o güne değin edindiği kazanımlara göre alıştığı bir durumun peşisıra gelen beklenmedik gelişme, gülme arzusunu kamçılar. Alışılagelmiş gidişata uymayan herhangi bir aykırılık, mizahçının mal bulmuş mağribi gibi saldırdığı bir fırsat. Ama ya bu durumun kendisi ne? Niçin mizahçı varolanala sınırlı kalır da, meselâ yalnızca birkaç büyük isme özgü hayalgücünü işini içine katma evresine terfi edemez? Yoksa mizah hayale düşman mı?

Öyle varsaysak bile, kesinlikle hayalin mizaha beslediği oranda oeğildir bu düşmanlık!

İnsan gibi mizahın da soylusu, soysuzu var.

Mizahın asıl soylu gücü, toplumsal kazanımlardaki kutsallıkları ayak altına alan, statükoyu vazgeçilmez sayan, donukluğun ruhunu ve zihnini zaptettiği ‘yukarıdakiler’e yönelik kullanıldığında, buna karşın boy hesabı gereği belden aşağı vurmayı reddettiğinde ortaya çıkar.

Hiciv ve hakaret

Gerçekten de hiciv denilen ve toplumsal hayata malolan kişilere yönelik bu topatutmalar, sarakaya sarmalar, otoritenin göründüğü ve zekânın izinin sürüldüğü tarihin bütün evrelerinde gözlenebilmekte. Kimileyin başarısız bir meslektaşına benzetilmek ile bazen de küçümsemelerin en acımasızıyla, bir hayvanla eş tutulmak arasında seyredebilen hicvin tuhaf bir nasibi vardır: Heccav yaşarken şöhrette hicvettiğinin üzerine çıksa bile kaderi değişmez: Hicvinin bakiliği, adının faniliğini doğurur.

Rutinleşen bireysel, toplumsal veya siyasal hayata bir ivme kazandırmaya yönelik dinamiklerden biri sayılabilecek mizah yüklü eleştiri, bazen yapanın kellesi de dahil, hayli etkin bir ‘temizlik’ unsuru olabilmekte.

Yukarıdakileri (Veya düpedüz yukarıdakini!) diline dolayan mizah yüklü eleştiri, aşağıdakilerin çoğunun özentilerinin sahte tezahürlerinden teşekkül ettiğinde ve sık başvurulduğunda gücünün gereğini yerine getirememesi gibi bazı olumsuzluklar barındırsa da, hicvin aslında mizah tarihinde en büyük haneyi işgal ettiği bir gerçek.

Hiçbir büyük mizahçı, hicvin ince köprüsünü aşmadan, oturduğu tahta tırmanmamıştır.

Fakat hiciv ile hakaret arasındaki çizgi, kabalıkla örülüdür. Cumhuriyet dönemi boyunca ülkemizde hiciv diye takdim edilenlerin kahir ekseriyeti hiciv süsü verilmiş hakaretten başka nedir ki. Hiciv demek, biraz da zekâ demek ya.

 

 

 

 

 

 

 

İftar bozan gazoz

 

Cem Yılmaz güldüren bir oyuncu. Yüksel Aksu ağlatan bir yönetmen. İkisi bir araya gelince ortalık toz duman.

Birbirine bu kadar zıt iki figür biraraya gelir mi? Gelir! Tiyatronun simgesini hatırlayalım: Gülen ayva, ağlayan nar misali. Bakınız şekil A; yani yan sayfa.

Ege’nin küçük bir kasabasında 70’li yıllarda geçen ve ilkokulu yeni bitiren Adem adlı çocuğun, yazın sahilde gazozcu çıraklığı yaparken bir yandan da oruç tutmaya gayret edişini anlatıyor film güya. “Çocukça” orucunu bozan Adem’in, mahallenin hocasının bebe-şebelere seslenen ama 18+ içerikli vaazından öğrendiği kadarıyla kendisini 61 gün keffaret tutmak zorunda hissetmesini, bir gözbağcılık üçkâğıdıyla anarşistlerin 61 gün süren ölüm orucuna bağlamaktan çekinmeyecek bir incelik yoksunluğuyla anlatıyor hikâyesini.

Görünürde Vurun Kahpeye misali dine, dindara, dinadamına kaba bir saldırı yok filmde. Ama görünürde.

Belli ki Cumhuriyet’in ilk yıllarına göre dine küfreden Halide Edip’ler artık daha titiz.

Elbette Özer Kızıltan’ın Takva’sındaki gibi daha zikir sahnesi bitmeden peşisıra çiftleşme sahnesi koyacak kadar iğrençleşmiyor yönetmen. Daha sinsi çalışıyor.

 

Sinsi, yoz ve mürai

 

Filmde kullanılan bütün dini argümanlar, bilgiler, söylemler, dönüp dolaşıp o alaturka geyiğin emrine sunuluyor: Müslümanlık primitif bir sosyalizmdir! Yani? Artık geçen yüzyıllar süresince sosyalizm çok gelişti; Müslümanların da bir ân önce gelişmelerini tamamlaması gerekiyor. Sosyalistler mi? Bağırlarını açmış bir hâlde dindarları bekliyor!

Bir de bu incelikli sövgüyü “Yerli değerler bunlar canım.” diye cilâlayan eski playboyların desteği yanıbaşlarında elbette.

Hâlbuki bütün o teknik başarısına rağmen İftarlık Gazoz, kelimenin en hakiki anlamıyla bir suistimal sineması örneği. Egeliliği de, Ramazan’ı da, dini de, çocuğu da, duyguları da, yakın geçmişi de, Anadolu kültürünü de, eline ne geçiyorsa içini boşaltarak siyasi çıkarına alet etmekten geri durmuyor. Bu yapılan, dini siyasete alet etmekten başka ne ki! Dinin, bazı dindarlar tarafından siyasete alet edilmesi elbette fena bir şey. İyi ama dinin bazı sosyalistler tarafından siyasete alet edilmesi ne zamandan beri iyi bir şey?

Asıl can acıtan mesele bu değil tabii. Niçin? Akrebe akreplik yaptı diye kızılmaz ki. İnsanı üzen asıl mesele şu:

Kültür Bakanlığı’ndaki zevata sormak lâzım: Beyler, kimse okumadı mı bu senaryoyu? Yoksa okudunuz da anlamadınız mı? Olabilir; bari bir bilene sorsaydınız. Hayır, işin rengi öyle değil de size gelen senaryo ile izleyicinin önüne sürülen film birbirinden farklı ise kim tutuyor sizi bunu açık etmekten?

 

 

….

 

Yalnız mektupları mı var Rilke’nin?

 

Şair şairin dostudur; ilham kaynağı, menbaı. Sıradan okurun, hayranın, kimileyin eleştirmenin bile göremediğini gören yoldaş.

ACZ sahibi Cahit Zarifoğlu’nun Rilke muhabbeti meşhur. İlkin Alman Edebiyatı, ardından dünya, Rilke’yi zirveye taşımakta gecikmedi. Ama ondan aşağı kalır yanı bulunmayan Cahit Zarifoğlu, kendi ülkesinde, hatta kendi mahallesinde bile keşfedilmeyi bekliyor. “Bilinmeyi” demedik; “keşfedilmeyi” dedik. Anlaşılmayı. “Büyük şairdi.”den öteye giden bir cümle kurmayı.

Rilke, Zarifoğlu’nun üniversite bitirme tezi. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde sunulan ve kabul edilen tezin asli dili elbette Almanca.

İlginçtir, şair şairin şiirini kendisine konu edinmiyor da biricik romanını tercih ediyor. ACZ şaşırtır. Her iyi şair çok şaşıran ve çok şaşırtan kişi değil midir?

Daha fakülte yıllarında Rilke’den yaptığı iki çeviriyi Diriliş’te yayımlayan Zarifoğlu, şairin Malte karakteri üzerinden anlattığı “kendi”nin destanı Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı romandaki motiflere odaklanır tezinde.

 

Zahirin batındaki aksi

 

Kitaptaki şu beş başlık, aynı zamanda Zarifoğlu’nun, Rilke’nin romanında tespit ettiği motifler niteliğinde:

– Paris Yahut Şehir

– Büyük Şehir Korkusu

– Saf Korku

– Varolmama Hissi

– Ölüm.

Bu beş bölümde bir taraftan romanı özetleyen, bir taraftan da sözü geçen motifleri üzerinden romanın anlam dünyasını teşrih etmeye sıvanan Zarifoğlu, Rilke’nin görünür altbeni Malte’nin çocukluk ve ilkgençlik yıllarını anlattığı eserini anlam bakımından değerlendirirken teknik açıdan da ihmal etmez. Eserin o günler için kronolojiye uymayan bölüm tasnifi, belirgin bir sondan özellikle mahrum bırakılışı, hatıralarla ânın atbaşı ilerleyişi gibi gibi özellikler üzerinde durur. Karışık görüntünün altındaki ahenk…

Zahirin batındaki akislerini şiirinde terennüm eden ruh ikizi bu iki şairin tarihi çakışmasının (iyi ki) yarı akademik metni, Ümit Soylu tarafından Türkçe’ye çevrilir ve Beyan Yayınları arasından Rilke’nin Romanında Motifler adıyla yayınlanır.