MİT tırları hadisesi ve terör parantezi

II.Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünya dü­zeni Ortadoğu’da İsrail’in varlığını teminat altına aldı. Bu düzenin imkânlarını sonuna kadar kullanan İsrail, uluslara­rası sistem içinde kendine meşruiyet kazandırdı ve bu düzen içinde konumu­nu sağlamlaştırdı. İsrail’in kurulması ve varlığını güçlendirmesi İslam dün­yası aleyhine işlemiş bir süreçtir. Yine bu dönemde oluşan düzen içinde, İslam dünyasında Batı yanlısı rejimler hâkimdi.

Baskıcı yönetimlerin hâkimiyeti altında kalan İslam dünyasında muhalif hareketler olsa da bu akımlar kitlesel bir başa­rıya ulaşamadılar. İslamcı düşüncenin temsilcisi olan hareketler ise 1970’li yıllardan itibaren görünür hâle geldiler ve 1980’li yıllarda etkin olmaya başladılar. Muhalif İslamcı akımların en belirgin özel­liklerinden biri antiem­peryalist bir düşünceye sahip olmalarıydı. İkinci bir özellikleri de İsrail karşıtlığıydı. Bu akımların her biri kendi coğrafyasın­da geleceğe yönelik büyük umutların temsilcisi oldu. İki kutuplu dünya düzeni iki Almanya’nın birleşme­siyle sona erdi ve Batı’nın dikkati İslam dünyasına yöneldi.

Akdeniz’i kuşatan İslam ülkelerinde İslamcı hareketler toplumun bütün katmanlarına ulaşıyor ve onları harekete geçiriyordu. Siyasal ba­şarı gelmekte gecikmedi. Cezayir’de İslamî Selamet Cephesi (FİS) önce yerel seçimlerde (1990), sonra da Ulusal Halk Meclisi se­çimlerinde (1991) kesin bir zafer elde etti. O dönemi yaşayanlar FİS’in başarısı­nın Türkiye’de uyandırdığı sevinci hatırlayacaklardır. FİS’in iktidarı büyük bir ihtimalle bütün Kuzey Afrika’yı ve diğer bölgeleri olumlu yönde etkileye­cekti. Cezayir Batı’nın, özellikle de Fransa’nın açık desteği ile darbeye maruz kaldı. Sonrası ise malum: İslamcı siyasî ha­reketi temsil eden makul yapılar saf dışına itildi ve onların yerine El-Kaide ve DAEŞ benzeri gruplar (GİA gibi) geçti. Batı yanlısı iktidarın uyguladığı şiddet, şiddeti doğurdu İslam ve Müslümanlar üzerine terör etiketi yapıştırıldı.

Cezayir’de Batı destekli bir darbe olma­saydı bugün çok farklı bir Kuzey Afrika’dan bahse­diyor olurduk. Bu darbe olmasaydı Cezayir halkı ve diğer halklar büyük bir ihtimalle sömürgecilik dö­neminden kalma travma­larını sağaltma yönünde büyük mesafe kat ede­cekti. Dolayısıyla İslamcı siyasal akımların çöküşü başlığı altında yayımla­nan onca analiz yerine Akdeniz’i kuşatan İslam ülkeleri işbirliği teşkilatı­nın ekonomik imkânları ve bölgesel barışın Afrika ve Asya üzerine etkisi gibi konular ele alınacaktı.

Batı destekli darbenin asıl amacının da İslam’ın bölgesel ve küresel ölçekteki başarısının engellenmesi olduğu zamanla anlaşıldı. Aynı dönemde Fethullahçı yapının güçlenmeye baş­laması son derece dikkat çekicidir. Zira Fethullahçı yapı, I. Körfez Savaşı’nda İsrail’e açık destek verdi ve hızla büyüdü. İslamcı hareketler terör yaftası ile damgalanırken Fethullaçı yapı dinler arası diyalog söylemi ile öne çıktı. Bu, mutlak bir karşıtlık olması­na rağmen fark edilmedi.

Cezayir’de meydana gelen meşum hadiseler 28 Şubat sürecinde Necmed­din Erbakan’ın başbakan­lığı döneminde Türkiye’de yaşanabilirdi. Erbakan’ın usta bir siyasetçi olması bu tehlikenin bertaraf edilme­sinde etkili oldu. Malum yapının 28 Şubat’taki rolü hâlâ tam olarak aydınla­tılmadı.

2010’da Tunus’ta baş­layan Arap Baharı bütün bir Kuzey Afrika’yı ve Arap yarımadasını etkiledi. Arap Baharı sürecinde halkların biriken öfkesi kendine bir mecra buldu ve haklı taleplerle yola çıktılar. Farklı ülkelerdeki halkların ortak beklentisi baskıcı rejimlerin yıkılma­sı ve yerine temel insanî hakları teminat altına alan bir yönetim biçiminin kurulmasıydı. Ne yazık ki Arap Baharı sürecinde de Cezayir örneği tekrarlandı. Sevindirici olan ise Mısır ve Tunus’ta İslamcıların siyasî manevraları ile İs­lam’ın terörle eşleştirilme­sinin önlenmesidir. Mısır ve Tunus’un Erbakan dönemi Türkiye’sinden etkilendiğini söylemek mümkündür. Mısır’da İslamcılara karşı yapılan darbede dışarıdan hangi unsurlar etkili oldu, tam olarak bilemiyoruz. Birçok İslam ülkesinde terör bir sarmal şeklinde farklı unsurları bünyesine kattı ve İslam terör parantezine alındı.

Ocak 2014’te MİT Tırlarına kurulan komp­lo Necmeddin Erbakan döneminde meydana gelen hadisenin farklı bir yöntem ile yeniden devre­ye sokulması hadisesidir. Elbette bu komplonun bir­çok boyuttan ele alınması mümkündür. Fakat ilk bakışta doğrudan devle­tin istihbarat kurumunu hedefe koyarak devlete yönelmesi ve hükûmet makamında bulunan AK Parti’yi DAEŞ ile ilişkilen­dirmeye çalışması Ceza­yir’de başlayan sürecin yeni bir aşaması olarak düşünülmeli. Bu komp­lonun öncekilerden farkı ise Türkiye’nin medeniyet coğrafyası ile güçlendir­meye çalıştığı ilişkilerini koparmaya yönelik olmasıdır. DAEŞ bir ma­nivela olarak kullanılmış, Türkiye terör parantezine alınmak istenmiştir. Kısa­cası kurulan komplo ile Cezayir, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi Türkiye’deki İslamcı grupların terör ile ilişkilendirilmesi hedef­ lenmemiştir. Bu komplo ile Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki karma­şanın durdurulmasına yönelik adımları kesilmek istenmiştir. Nitekim Rusya, uçak hadisesinden sonra Türkiye ile DAEŞ arasında bağ kurmaya çalışmış ve Türkiye’nin hareket kabiliyetini yok etmek istemiştir.

Türkiye, Suriye’de yaşayan Türklerin kendi himayesinde olduğunu açıkça ilan etmişti. Doğal olarak Türklerin yaşamış olduğu bölgeleri tahkim etme isteğini de çok kere göstermişti. Bunun ya­nında Türkiye’nin sadece Suriye Türklerini himaye amacında olmadığı, bütün Suriye’de huzur ve istikrar ortamının yeniden tesis edilmesini istediği açıktır. Nihayet bu kirli savaş bizim coğrafyamızdadır. Fakat terör yaftası Tür­kiye’ye karşı çok işlevsel bir silaha dönüşmüştür. Malum yapının medya organları ile MİT Tırlarına kurulan komployu arka­layan yayımlar yapması mutlak karşıtlığın şiddetini gösterir.

MİT Tırlarına kurulan komplodan şimdilik Rus­ya faydalanıyor.