Almanya Başbakanı Merkel, son dört ayda Türkiye dış politikasına alışılmışın dışında bir hareketlilik kattı. Geliyor, gidiyor… Yetmiyor, başka ülkelerdeki programlarda soluğu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yanında alıyor. Bu ayaküstü buluşmalar yetmeyince de “mutlaka görüşmemiz lazım” diyerek kendisini Türkiye’ye davet ettiriyor.
Geçtiğimiz Ekim ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret bir hayli tartışılmıştı. Bin akademisyenin mektupla Erdoğan’ı kendisine şikâyet ettikleri ziyaret… 1 Kasım seçimlerinden iki hafta önceydi. Ziyaretinin zamanlaması ile ülkesindeki muhalifler tarafından “Seçim öncesinde Erdoğan’ı desteklemekle” suçlandı Merkel. Gelişinden üç gün önce Almanya’daki Sol Parti ve Yeşiller Partisi milletvekilleri 1 Kasım’da yapılacak genel seçimler öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmenin destek algısı oluşturacağından dolayı Merkel’in ziyaretini sert bir dille eleştirdi. O ise bunları duyumsamazlıktan geldi. 15 Kasım’da Antalya’da yapılan G20 zirvesinde de epeyce boy gösterdi Merkel. Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de Başbakan Davutoğlu ile görüştü. Bir ay sonra, 18 Aralık’ta Brüksel’de Başbakan Ahmet Davutoğlu ile uzun uzun konuştu.
Devamındaki süreçte Başbakan Davutoğlu 19 Ocak’ta Almanya’ya gitti. Yine uzun uzun görüştüler. İki lider hemen akabinde, 4 Şubat’ta Londra’da tekrar buluştu. Bu görüşmede Türkiye tarafını da şaşırtan bir talepte bulundu Merkel ve ülkemize gelmek istediğini söyledi. 8 Şubat’ta günübirlik ziyaret adıyla Türkiye’deydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu ile ayrı ayrı bir araya geldi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun yüz yüze yapılanların dışında kamuoyuna yansıyan onlarca telefon görüşmesi var Merkel’le. Bu baş döndüren gidiş geliş, ağırlama ve buluşma trafiğini okumak kadar yazmak da zor.
Merkel, liderlerimizle neden bu kadar sık görüşüyor olabilir? Bunu, ülkesinde büyük tepki çekmesine rağmen yapıyor üstelik. Kamuoyu araştırmalarına göre oy da kaybediyor. Sadece Almanya değil Avrupa ülkelerinin Türkiye karşıtı medyası da sert çıkıyor bu görüşmelere. Financial Times’ta yayınlanan, Merkel’in AB üyeliğini hediye paketi içinde Erdoğan’a sunduğu şeklindeki karikatür olay olmuştu mesela. Ama Merkel tüm bu eleştirilere, kamuoyu baskısına ve kendi ülkesi başta olmak üzere tüm Avrupa’da yükselen Müslüman karşıtı ırkçılığa rağmen büyük bir panikle soluğu kapımızda alıyor dört aydır.
Bunun tek bir nedeni var. Suriye’de dinmeyen ateşin kıvılcımlarının ülkesine ve tüm Avrupa’ya sıçrayacağı öngörüsü!
Eylem olarak insani bir çizgi ortaya koymaya çalışsa da, engellenemez olduğunu bildiği milyonluk göç dalgasını kontrol altına almak istiyor Almanya Başbakanı. Bunun için de 3 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacının ev sahibi olan Türkiye’ye yanaşmak zorunda olduğunu iyi biliyor.
Keyfine düşkün, sosyal standartları yüksek, krizlere rağmen geliri yerinde olan Avrupa’nın; yoksul, mağdur, psikolojisi ciddi derecede bozulmuş ve her şeyden önemlisi Müslüman doğulu Suriye halkıyla bütünleşmesini hayal bile edemiyorlar. Merkel de işte bu nedenle tamamen İslami ve insani bir duruşla 3 milyon Suriyeliyi misafir etmenin ötesinde kabullenen ve parayla pulla ölçülmeyecek bir sahiplenme ile birlikte yaşama örneği gösteren Türkiye’nin eşiğinden ayrılamıyor. Hayati bir görevle bunu diğer AB ülkelerine ve toplumlarına da anlatma telaşı yaşıyor.
Anlayacağınız Merkel’in işi çok zor. Sadece kendi cephesi ile değil, geçmiş dönemdeki tavırları ile de yüzleşiyor. Erdoğan karşısındaki mahcubiyeti de bu yüzden birlikte çekildikleri fotoğraflarından okunuyor.
Oysa aynı Merkel, bugün ‘ocağına düştüğü’ Erdoğan 2009’da Almanya kaynaklı bir operasyona maruz kaldığında kılını bile kıpırdatmamıştı. Deniz Feneri e.V davasından bahsediyorum. İnsani yardımlaşma hareketi üzerinden Erdoğan’a yapılan ilk büyük hamleydi Deniz Feneri olayı. Bugün paralel yapı mensubu olarak kayıtlara geçen yargı çetesinin Erdoğan’a ilk ‘dokunma’ hamlesiydi. Neticede Kanal 7 televizyonun üst düzey yöneticileri olan Zekeriya Karaman, Mustafa Çelik ve Zahit Akman’ı tutuklayarak Erdoğan’a ilk meydan okumalarını da yapmışlardı. Ve Almanya bu işin içindeydi her daim. Kemal Kılıçdaroğlu, Almanya’dan servis edilen sahte evraklar, asılsız suçlamalar ve dosyalar ile ön plana çıkarıldı. Doğan Grubu ile Axel Springer Grubu arasındaki ortaklık üzerinden yapılan “Erdoğan merkezli” yolsuzluk haberleriyle ülkeyi günlerce çalkaladılar. Bu haberlerin ana kaynağı ise Türkiye’yi ilgilendiren bütün davaların görüşüldüğü Frankfurt Eyalet Mahkemesi’ydi nedense. Merkel ise yönettiği ülkeden yönetilen siyasi bir operasyonu en iyi izleyenler arasındaydı.
Ardından Gezi gibi büyük bir kalkışma yaşadı Türkiye. Meşru siyaset hedef alındı. Erdoğan’ı açıkça devirmek istediler Gezi’de. Daha bir ay önce IMF’ye olan borcunu sıfırlayan Türkiye ekonomisinin kodlarıyla oynandı. Alevi kalkışması denendi. Merkel Almanya’sı da sokakları terörize eden olaylarda çok büyük rol aldı. Müthiş bir kamuoyu desteği verdiler. En büyük medya güçleri olan Der Spigel “Boyun Eğme” kapağı ile çıkarak darbe sevdalılarına açıkça destek verdi. Merkel bu süreci de en iyi şekilde izledi. O çok inandığı demokrasinin bir sonucuyla iktidara gelmiş olan mevkidaşı Erdoğan’a yapılan darbe girişiminin yönettiği ülkeden koordine edilmesine tek laf etmedi.
Aynı Merkel.. Şimdi birkaç mülteci Almanya’nın yolunu tutunca ne yapacağını şaşırdı. Her daim hiddetle bakan gözlerini yere eğerek Erdoğan’a sığındı şimdi. Erdoğan, Almanya kaynaklı Deniz Feneri kumpasında siyaseten bitirilseydi ya da yine Almanya destekli Gezi olaylarında iktidardan düşürülseydi bugünkü ortamda Suriye’deki insanlık enkazını nasıl kaldıracaklardı acaba? Tüm Avrupa “iradesiz” bir Türkiye yönetimiyle Suriye meselesini hangi masada konuşacaktı ve hangi şartlar olacaktı ortada bunu kestiremeyiz şu anda. Tahayyül bile etmeyelim bunu.
Merkel o Erdoğan’a, pasif rolüyle devrilmek istenen bu lidere şimdi hangi gözle bakıyor acaba? Bu sorunun yanıtını o değil de, PKK-PYD saldırıları ve Suriye meselesi çerçevesinde “içimizdeki İrlandalılar” verebilse keşke…