Mecburi ilişkilerin mekaniği

Jade, işini kişiliği hâline getirdiğini fark etmeyecek denli başarılı bir manken eskisi tasarımcı… Tasarımın kalbi sayılan New York’un lüks bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Gecenin ilerleyen saatlerinde sesli bir mesaj alır. Bir ayrılık tebliğidir bu. En soğuk, en incitici ve en önemsemez bir tarzda ifade edilmiş bir tebliğ. Seven ne yapmaz! Üstelik kadınsa.

Aslında işiyle evli (yani kendisiyle), başarmak, yükselmek, takdir görmek, para kazanmak ve kazanmak için yaşayan Jade’in hayatı da alt-üst olur elbette; yani iş hayatı. İşindeki performansının zıddına, insan ilişkilerinde sorunlu, gergin, gerilimli; kendisini aydın sanan ama aslında yalnızca alanına vakıf tipik bir sol beyin. Önemli bir defilenin öncesinde gelen bu ayrılık, iyicene sersemletir genç kadını. Zampara kocası Nick’ten gelen bu kaba ayrılma (dışlama, önemsememe) tavrı yetmiyormuş gibi bir akşam evine geldiğinde hiç beklemediği bir oldu-bittiyle karşılaşır. Nick’in kendisinden önceki karısı Maria karşısındadır; üstelik ev sahibi kimliğiyle. Çünkü Nick, 21 yaşındaki yeni sevgilisini tercih ederken geride bıraktığı iki eski karısına aynı daireyi bırakmıştır. “Bir zamanlar beni ortaklaşa paylaşmıştınız ya, şimdi de bu daireyi paylaşın bakalım” dercesine. Hem aynı hücreye tıkarak aynı şekilde cezalandırıyor karılarını Nick, hem de böylelikle iki rakibini birbirine düşürerek ikisini birden bertaraf etmeyi amaçlıyor.

Maria ise Jade’in zıddı mizaçta bir kadın. İlerlemiş yaşından beklenebilecek miktarda bir olgunlukta, anneliği de tatmış iyi bir ev kadını, yemek yapmayı ve ev işlerini seven, ilk ânda sıradan bir sağ beyin izlenimi veren ama aslında Alman Edebiyatı uzmanı bir akademisyen eskisi. Ortak paydaları durumundaki eski evlilikleri bu ikiliyi aynı evde yaşamaya mahkûm kılmıştır.

Maria ne kadar mahirse Jade de bir o kadar çağdaş… Fark edileceği üzere çok geçmeden bu iki kadının gururu birbiriyle çatışmaya başlar; âdeta dünyalar savaşı yaşanmaktadır bir apartman dairesinde.

Sahiden de işler eski kocanın düşündüğü gibi gider başlarda. Aynı erkeği paylaşan iki farklı kadın, çift katlı ve koskocaman bir daireyi paylaşmayı başaramaz bir türlü. Tıpkı Nick’in hesapladığı gibi. Ne ki çarçabuk işler değişir. Şahsi ve ortak çıkarlar arasında bir ortaklaşalık kurma arzusu belirir.

Bu hafta gösterime giren Eski Kocam(ız)/Forget About Nick filminden söz ediyorum elbette. 76 yaşındaki Margarethe von Trotta imzalı filmin insanın hemcinsiyle ve karşı cinsiyle ilişkilerine odaklı senaryosu Pamela Katz’e ait. Oyuncu, yazar ve yönetmen von Trotta, bu filmiyle hem kendi sinemasının izini sürmekte, hem de bir nevi vasiyetini kotarmakta: İnsan şartların mahkûmu değil, hâkimidir.

Eski Kocam(ız) beylik klişelere yaslanan bir film mi?

Ne münasebet! Tersine, zaten benim kabulüme göre tiyatroda da, sinemada da, hatta çoğun edebiyatta da klişeler, yaratıcı zihinlerin tohumlarını ekecekleri en verimli topraklar mesabesinde. O yüzden de Amerika’da geçen, Alman bir yönetmenin üstlendiği, Alman yapımı ama İngilizce çekilen bir film. Yani aslında bize biraz da geleceğin dünyasına dair kimi ipuçları veriyor. Alman Edebiyatı uzmanı Maria aslında Amerikan mizacını temsil etmekte, Amerikalı Jade ise Alman… Haklısınız, kimlik/kişilik/asabiye değiş-tokuşu bu âdeta.

Öte yandan, Eski Kocam(ız), aslen tek bir yerde, Nick’in farklı vakitlerde yaşadığı karılarına bıraktığı dairede geçiyor. Bütün o Jade’in işyeri, kitapçı, lokanta gibi sahnelerin zorunluluk nispetini hesaba katarak söylüyorum, film aslında serapa bir tiyatro oyunu. Bütün yoğunlaşmasını iki kadın karakterine yönelten ve İngrid Bolso Berdal ile Katja Riemann’ın oyunculuklarının da katkısıyla sonuçta ortaya gayet etkileyici bir ilişki dinamiği çıkaran film, bence yine de ülkemizde hakiki muhatabını bulmaktan çok hayal kırıklığı yaratacak gibi görünüyor. Bu durum filmin kendisinden çok, ülkemizdeki pazarlanmasından kaynaklanmakta.

Bin yıllık tarihimizi ve birikimimizi Frenkleşmek uğruna bir çırpıda silip attık ama yüz yıldır bu uğurda, bırakalım bir arpa boyu mesafe kat etmeyi, geriye mi gittik ne? Muasır medeniyet seviyesi yerine elde ettiğimiz, en fazla Kafka’nın bahsettiği metamorfoz yaşayan böcek misali bir yozlaşma. Batı’dan bize yönelik en küçük bir nezaket ifadesini bile cennet beratı saymaya meyyal hâle gelmiş durumdayız. Aslında aynı erkeği sevmiş iki kadının hikâyesi üzerinden ilerleyen filmdeki koca, senaryo gereği önemsiz biri. En iyi ihtimalle bir figür. Yani karakter bile değil.

O yüzden de filmde 3-4 kere şöyle bir görünen ve arzı endam ettikten sonra çekilen Nick rolündeki Halûk Bilginer, daha önceki benzeri işlerdeki gibi bizdeki afişlerde başrolmüş gibi gösterilmekten çekinilmiyor. Bu ne aşağılık kompleksi böyle? Bu ne kendisini değersizleştirme? Hayır, Halûk Bilginer filmde sönük bir performanstaydı demiyorum, rolü zaten buydu diyorum. Üstelik filmde de hepi-topu 4 kişi vardı zaten. Orijinal jenerikte de Halûk Bilginer dördüncü sırada; yani zaten olması gerektiği yerde. Filmin ‘yerli’ afişlerindeki gibi birinci yahut ikinci sırada değil. Hayır efendim, Türk seyircisini avlama taktiği diye geçiştirilemez bu anlayış. Bence mesele daha ciddi.

Şimdi de basit bir karakter draması gibi duran filmimize başka bir gözle bakmayı deneyelim:

Maria ile Jade karakteri, aslında Almanya ile Amerika… Eski dünya (zampara Nick… Namı diğer Şark…) tarafından kandırılmış dünün iki eski rakibi, şimdininse ilkin zorunlu müttefiki, ardındansa kaynaşık birlikteleri…

Bu iki karakterin birbirine taban tabana zıt mizaçlarının doğurduğu uçuruma rağmen bir şekilde bir arada yaşamak zorunda kaldıklarında ortaya nasıl bir tablo çıkar acaba? Biteviye bir çatışma ortamı mı doğurur bu karşılaşma, yoksa bir vakitten sonra o çatışma, ortak çıkarlar doğrultusunda bir uyuma dönüşebilir mi? Ve bu ahenk, nasıl bir keyfiyet arz eder? Mühim sorular değil mi bunlar? O zaman işin uluslararası ilişkiler ve siyaset boyutuna temas ederek sorumu tekrar edeyim: Cihan Harbi esnasında birbiriyle zaten savaşmış bu iki farklı insan tipinin, başka bir ifadeyle şimdilerde yeryüzünde hâlen yaşamaktaki yegâne iki kültürün temsilcilerinin, yeni yeni şekillenmeye başlayan birlikleri, ne türden sonuçlara gebe?

Filmin sonunda ne mi oluyor? Kocanın (otoritenin, daha geniş bakarsak ‘kader’in) zorlaması neticesinde yolları kesişen bu iki insan (Bütün duygularını yok saydıktan sonra kendi ‘ben’ini zihni üzerinden idrak eden ile bütün zihni donanımlarını kuşanmanın ardından kişiliğinin dümenini hislerine emanet ederek yaşamayı seçen…) bir arada değil, artık birlikte yaşamaya karar verir. Bütün silâhları gömerek ve dünyaya ortak meydan okuyarak üstelik.

Hayır, kızmakta haklı değilsiniz. Bir filmin sonunu böyle söylemek spoiler sayılmaz ki. Sonu hususen ifşa ettim. Çünkü Amerika ile Almanya arasındaki bu birlikteliğe dair zorunlu titizliği ilkin hesaba katmayan, ardından da önemsemeyen Nick karakterini bir Türk’ün canlandırdığına dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.