Mazi kalpte bir dehliz ise

İnsan en çok neden korkar? Gerçekten! Peki en apaçık gerçek nerededir? Geçmişte.
İnsanın geçmiş(in)den ne diye böylesine kaçtığını ve onu değiştirmeye gayret ettiğini sezinletebildim mi acaba? El Royale’de Zor Zamanlar (Bad Times at the El Royale) adlı film, varoluşunu gerçeği aramak diye gerekçelendirmekten hususi bir zihni haz duyan insanın, aslında gerçekle, özellikle de kendi gerçekleriyle, yaşanıp bittiğini zannettikten sonra bile nasıl da cebelleşmeye devam ettiğinin ve bu cebelleşmenin, kişiye nasıl bir gerçeğe müdahale hakkı bahşettiğinin vehmini resmeden bir yapım.
Dünyanın değişik yerlerinden ve çok farklı yaşanmışlıklarla gelen ve yolları, bir gölün kenarındaki El Royale adlı bir otel eskisinde kesişen 7 kişinin hikâyesini ele alan film, beherine pekâla sembolik anlamlar yükleyebileceğimiz karakterleriyle, hız kesmeyen şaşırtmacalarıyla, stilize estetiğiyle ve matematiği aksamayan senaryosuyla, ince elenip sık dokunulmuşluğunu hiç aksatmayan bir tasarım anlayışıyla kotarılmış keyifli bir seyirlik. Ama ötesi de var elbette: Bir film süresince hayatı ve anlamını kuşatabilmek iddiası.

Eğlendirirken sezinletme

Drew Goddard’ın yazıp yönettiği filmin oyuncu kadrosu da bir küçük yıldızlar geçidi. Müziğinin tonu, karakterlerinin yaratıcılığı ve mekânının atmosferi ile tahkiye ettiği olayın kâfi miktardaki esrarengizliğini muntazam bir tarzda dengeleyebilen; aynı zamanda basit bir macera bekleyen ile izlediklerinden hareketle kendisini ve çevresini daha bir derinden kavramaya gayret eden yelpazedeki iki zıt uçtaki izleyicisini de tatmin etmeye niyetlenen, aynı zamanda muhatabını eğlendirmeyi de becerebilen bir dönem filmi var karşımızda. Sadece ‘niyetlenen’ demekle yetindiğim dikkatinizden kaçmadıysa buyrunuz.
Doğru, her hayat biriciktir. Ne ki her geçmişin, sandığımızdan çok daha fazla ortak yanları vardır: sırlar, pişmanlıklar, yalanlar, yanlışlar ve yaralar. Birbirinden habersiz biraraya gelen bu 7 kişi için adeta küçük kıyametin bütün alâmetleri belirmiştir. Ya geçmişleriyle, daha doğrusu onca zamandır unutmanın mezarına gömmeye uğraştıkları vicdan azaplarıyla yüzleşecek ve eskisinden farklı bir karar alacaklardır veya kendi elleriyle kazdıkları çukura sürükleneceklerdir.
Acaba aralarından kaçı, bir ömür bastırmaya uğraştıkları onca acıya tahammül edebilecektir?

Köstebek gömer

Daha filmin açılış sahnesinde, viraneden hâllice bir otel odasında geçen bir gömme ameliyesine şahitlik ederiz. İçinde ne barındırdığını bilmediğimiz (muhtemelen para veya mücevher) küçükçe bir çanta, odayı kiralayan kişi tarafından gayet ustaca döşeme tahtaları sökülüp zemine gömülür. Çok geçmeden o da odasına gelen bir tanıdığı tarafından kalleşçe öte dünyaya postalanır. Yaşadıkları tipik bir etme-bulma dünyası örneğidir. Yani mafya.
Aradan 10 yıl geçer ve asıl hikâye başlar. Zenci kadın damlar ilkin otele. Yoksa bahçede karşılaştığı rahibi mi ilk saymak lâzım gelir?
Geçen zaman zarfında otel de bir elden geçer; büyür. Renklenip ışıldar ama o yitip gitmişlik kalıntısı hâlen daha derinlerinde gömülü. Ama o da ne? Meğer saniyesinde birbirlerine kaynayan bu ikiliden daha önce gelen başka biri daha yok muymuş otelde? Süpürge satıcısı.
Birbirini tanımayan 7 kişinin doluştuğu bir otelde bitimsiz gece başlamak üzeredir. Papazdan başka herşeye benzeyen bir papaz, kendine tapmaktan yorulunca nefsine tapmaya başlayan bir satıcı ve bulunduğu ortamda yoksayılmayı hedefleyen zenci bir kadın. Sadece üç müşteri mi bir tuhaf? Ya otel görevlilerine ne demeli? Hiçbirisi ortalarda görünmüyor ki. Eski şaşaalı günlerini çok gerilerde bıraktığı apaçık otel, öte yandan müthiş bir sır da saklamakta: Deyim yerindeyse otelin de birden fazla yüzü vardır.

Hayat adlı bir tren

Nihayet çocuktan hâllice resepsiyonist ortaya çıktığında ilk yaptığı iş, nazikçe papazı sepetlemeye girişmek. Süt dökmüş kedi mizaçlı delikanlı bu teşebbüsünü başaramaz tabii ki. Çok geçmeden dördüncü de gelir; ralli hızıyla hem de. Hippi bir genç kız bedeninin içine sinmiş haylaz bir yeniyetme.
Film oda oda ilerler. Bir kompartımandan ötekine geçermiş gibi teker teker röntgenleriz içeride olup bitenleri. Meselâ daha ilk odaya girer girmez, satıcının satıcı falan olmadığını öğreniriz.: Hiçkimse kendi değildir. Çok geçmeden satıcının odasındaki bütün ‘böcek’leri ustaca ayıkladığını görürüz; dinleme cihazlarını. Ve bütün kapalı kapıları açabildiğini. Çünkü kendileri aslında bir özel ajandır.
Erken gelen sürpriz: Meğer ortalarda görülmeyen otel görevlileri, kendileri için hazırlanan özel kabinlerden müşterileri röntgenlemekle meşgulmüş. Daha doğrusu, asıl vazifeleri hizmet etmek değil, gözlemlemek. El Royale adlı bu küçücük ‘dünya’da bir kısım insanlar kendilerini münker-nekir yerine koyarken başka bir kısım insanlar da onları haberdar etmeden denekleştirmiş. Böylelikle biz de rahibin aslında filmin başında gömülen ve içinde kıymetli şeyler bulunan o küçücük çantanın peşinde olduğunu öğreniriz: Kimse göründüğü kişi değildir. Üstelik bir insan hakiki kişiliğinden kendisi de haberdar değildir. Meğer rahip bir gangstermiş, zenci kadın da şarkıcı. Kendisine ‘doğayı sevelim’ci bir hippi süsü veren genç kadın ise aslında bir cani.
Gide gide nihayetinde, değeri bir türlü yeterince anlaşılamamış o tespite vardık: “Ben bir başkasıdır.”

Çok farklı bir nevi ‘Küp’

Karakterler birer birer sahne aldıkça mekân adeta büzüşmekte ve küçük bir evrene dönüşmekte: Büyük evrendenden haber veren bir küçük evren.
Birinci odanın ardından beşinci odayı ziyaret ederiz. Bu ise bakış açımızın da değiştiği anlamına gelmekte. Her geçmiş, daima “Yanlış mı yaptım acaba?”larla örülüdür. Zenci kadın şarkıcınınki de elbette. Yaşamak pişmanlık biriktirmek demek.
Film ilerledikçe tanıdığımız karakterlerin, aslında başka kişilikler barındırdıklarına tanıklık etmeye başlarız. Herkes her ne ise o kişiden başka birisi gibi görünmeye çalışmakta; özellikle de başkalarının arasında. Yahut da zaten bir başkasından ibarettir. Gerçeklik hissi, bir halı gibi gıdım gıdım ayağımızın altından çekilmekte. Kendiliğin nerede bittiği, içtimai rolün nerede başladığı gittikçe belirsizleşmekte.
Bir nevi tiyatro sahnesi hüviyetindeki bu otel kılıklı küpte, yalnızca rolünü başarıyla yaşayanlar sahne alabilmekte. O yüzden de hakiki anlamıyla yaşamak, en çok da rolülü sürdürebilmek demek.
Günümüzde sahiden de içinde bir konu, beylik olmayan, bırakalım benzerini, benzerinin benzerini defalarca seyretmediğimiz bir konu barındıran film bulmak, kişiliğinin derinliklerinde katrandan başka şeyler de barındıran insan bulmaktan bile daha zor handiyse. Bu filmin farkı tam da burada işte.