“Mazi Kalbimde Bir Yaradır”

Sözleri Necdet Rüştü Efe’ye, bestesi Necip Celâl Andel’e ait, 1928’de bestelenmiş, ancak 1932’de Seyyan Hanım tarafından seslendirilebilmiş bir şarkı.

Şarkı aslında bir yanıyla bizden: Nihavend. Ne ki asıl kişiliğini başka bir maya belirlemekte: Tango. Arjantin batakhanelerinden çıkmış ve müşterileri ‘havaya sokmak için’ çalınıp söylenen bu şarkı formu, çok geçmeden tuhaf bir biçimde bütün dünyada karşılık bulmuş. Her kültürde, kimileyin aslına sadık kalınarak, kimileyin de yerel tatlarla baharatlandırılarak icra edilmiş; sonraları da Arjantin’in kendi kültürünü dünyaya tanıtmak için kullandığı öğelerin birincisi hâline gelmiş bu müzik türünün bizdeki ilk örneği.

Ben de Gönül Çektim Eskiden adıyla tanınan fakat sonradan, belli ki akılda kalıcılığı bakımından Mazi Kalbimde Bir Yaradır diye anılmaya başlanan bu parçanın, benden beklenileceği gibi ne müzikal niteliğiyle veya Türk Pop Müziği’ndeki yeriyle filân ilgileneceğiz, ne de “Ben de gönül çektim” dizesindeki gibi, artık kullanımdan kalkan (Elbette ‘kaldırılan’ daha isabetli) muhteşem Türkçe ifade kudretinden bahis açacağım.

Popçusu, rockçusu, ‘çakma rakçısı’, arabeskçisi, türkücüsü, şarkıcısı, cazcısı… Kimler kimler seslendirmemiş ki parçayı! Benim ulaşabildiklerim arasında en beğendiklerim, elbette Seyyan Hanım’ınki ile Sema’nın seslendirdikleri. Doğru, aslen bir erkek duygusunu, daha doğrusu erkeğin bakış açısını bu oranda kuvvetle yansıtan bir parçanın, kadınlar tarafından daha iyi seslendirilmesi de ayrıca dikkate değer bir husus. Fakat meselenin beni ilgilendiren tarafı, insanın maziyi kalbinde bir yara diye görmesini mümkün kılan o tuhaf ruhiyata yakınlaşmayı denemek.

Buyurunuz: İnsan, kalbinde yara taşıyabilen biricik varlık… Gelecek tahmini ile geçmiş tasavvurunun arasındaki bir berzahta sıkışıp kalan ‘şimdi’nin mağduru…

İnsan aslen şimdi ve burada yaşayan, daha isabetli bir ifadeyle şimdi ve burada yaşaması gereken bir varlık iken, bir şekilde kendisini geçmişe hapsetmeyi de tercih edebilir. Çünkü geçmiş geçip gittiği, geçmişine dönüp bakan insan gelecekte nasıl yok olup gidecekse aynen öyle çoktan yokluğa karıştığı için üzerinde istenildiği kadar tasarrufla hareket edilebilecek hâle gelmiş demektir. Demek ki geçmişin gelecek için hangi gaye doğrultusunda ve nasıl çarpıtılacaksa öyle değiştirilebilir bir özellik kazanabilmesi için, şimdi ve gelecekten daha kavi bir kudrete kavuşması şart. Hatıralarınızı unutmanın ve unutturmanın sisli atmosferinde marineye yatırdığınızda bu kudrete de kavuşursunuz.

Aslında geçmiş, geçip-gitmeyen, asla mazide kalmayan bir keyfiyet yüklü. Şimdimizi de, geleceğimizi de geçmişimize borçluyuz; daha doğrusu geçmişe dair kabullerimize. Ve aynı zamanda geçmiş algımıza da.

Öte yandan şimdi ve geleceğin üzerinde, geçmiş kadar etkili bir miktarda tasarruf imkânından yoksunuz. En azından düpedüz bunu yapmak iktidarından mahrumuz. Şimdiyi ve geleceği etkileyebilmek için emele değil, amele ihtiyaç var çünkü. Öte yandan geçmiş, üzerinde dilediğimiz kadar oynayabileceğimiz bir hâlde, kıpırtısız, teneşir tahtasında yatadurmaktadır. Müdahalemize tepki vermekten çok uzak mahiyetteki bu pozisyonuyla geçmişimiz, aynı zamanda tasarrufumuza da sonuna kadar açıktır. Öyle ya, bizim geçmişimizden söz etmekteyiz sonuçta.

Demek ki ne yöne çevirirsek o yöne dönebilen bir ceset kadar yönetilebilir ve yönlendirilebilir vakit birimine mazi demekteyiz.

‘Şimdi’ öyle mi peki? Şimdi demek, karar almak mecburiyi demek. Ve alınan kararı başarıyla uygulayabilmek. Geleceği dilediğimiz biçimde şekillendirebilecek bu kararlar, gelecek geldiğinde yeni ve ilâve kararlarla belirli bir oranda yeniden yönlendirilebilir. Hâlbuki geçmiş, yaşandığı gerçeklik etkisiyle inkâr edilemeyecek katılığıyla sırtımızda taşıdığımız bir yüktür çoğunlukla; tahammülfersa bir yük.

Şimdi soralım: Geçmişin yükünden kurtulamıyorsanız ne yaparsınız? Yükte ağır, pahada da ağır öğeleri sırtınızdan atarsınız; yani gerçekte hafızanızdan.

Unutmak berekettir. Unutamamak eza…

İnsan fırsat buldukça kendisinin bu en büyük zaafını, unutma lütfunu suistimal etmekte gecikmez: Dilediği gerçek parçalarını yok saymak! Bu keşfin bir sonraki aşaması açık değil mi? Ortaya çıkan boşluğu yeni hatıralarla doldurmak. Yaşanmamış ama yaşanması arzulanan.

İşte bu yaşanması istenen ama aslen yaşanmamış hatıraların, her daim müspet, sıcak, sevimli, kişiyi yücelten hatıralardan örülmesi gerekmiyor. Meselâ insanın kendisini yüceltmek yerine, başkalarını küçültmek gibi bir tercihi varsa o zaman da hatıralar, başkasının hataları ve haksızlıkları yüzünden yaşanan acılarla dolup taşabiliyor. Evet, yeryüzünün en büyük hilesi, insanın kendi kendisine kurduğu gözbağcılıkları.

Demek ki insan, dilediğinde mazisinde ihtiyacı miktarınca yaralar açmaktan kaçınmaz. Açtığı o yaraların temeli üzerinde inşa ettiği yeni gerçeklik bunu gerektirmişse yaralarının kapanmaması için, beherini defalarca deşmekten sakınmaz; vakti-saati geldiğinde üzerlerine tuz dökmekten. Kısmen hakiki, kısmen hayali bu yaralar, o kişinin bahsi geçen vakadaki şahsi sorumluluğunu üstlenmekten koruyan birer zırhtır çünkü. Kimileyin fedakârlıklar girer devreye, kimileyin yanlış anlaşılmalar filân… Biri öbürünü aratmayacak bir sürü mazeret, kandırmaca, hile… Kişi mutlu olmak ve mutlu etmek yerine mutsuz kalmaya karar vermiştir bir kere. Başkalarınca dikkat çekecek ve hatta parmak ısırtacak kadar derin acı çekmek için de mağduriyet şart. Özellikle de aşk mağduriyeti…

İnsanın ruhunu zulmet kaplamaya görsün, öyle bir durumda ancak sahiden cesurlar açık açık zalimliğe soyunur. Üstelik mazlum pozu, öbür sayısız faydalarının yanında, çok daha merhamet çekicidir de. Yani zaten eksikliği hissedilen şeyi: rahmeti, şefkati.

Şefkat bahsinden hareketle kalpte yara hâline gelmiş mazi algısı üzerine haftaya devam ederiz.