Dilerseniz ilkin kavramdan başlayalım: Hümanizm nedir? Genel anlamıyla hümanizm, insana iman etmek demek.
Kökenini ta Eski Yunan düşünürü Protagoras’ta bulabileceğimiz “İnsan her şeyin ölçüsüdür” kabulünün, zaman içinde bir inanç bütünlüğüne erdirilmesi ve değer ölçütü kabilinden ‘insan’ın merkeze oturtulması… Hümanizm bu. “Merkeze oturtulacak ve ölçüt olarak kabullenilecek ‘insan’ kimdir?” diye sorulduğundaysa hümanizmin terim anlamına ulaşırız: İnsan Eski Yunanlıdır ve insan olmak demek, bu kültürün canlandırılmasıyla ulaşılacak erginliğe kavuşmak demek.
İyi de, niçin Eski Yunan?
İşte bu soru, bizi düpedüz Batı Medeniyeti’nin temel paradigmalarına götürür: temel direk niteliğindeki Eski Yunan düşüncesi, onun örgüleştirilmesi ve gündelik hayata uyarlanması niteliğindeki Lâtin kültürü ve bu iki öğeyi kendinde birleştiren, giderek eriten, kaynaştıran, ardından da başka bir şeye dönüştüren Hristiyanlık inancı… Batı’ya göre Eski Yunan, her türlü verimi yüksek insana kazandıran ve onu her şeyin temeli sayan; yüksek insandan, her şeyi yoğurup biçimlendirdikten sonra apaçık bir gerçeklik hâline getiren ve her şeyin arasında bir ahenk örüntüsü kuran anlayış. İnsanlık tarihinde ilk kez Eski Yunan’da insan ve doğa arasındaki ilgi ve ilişkiyi bir düzeneğe kavuşturan kaynak.
Aydınlanma’nın mimarı
Bilim alanında Ortaçağ, Batı için karanlık dönem olduğu hâlde düşünce alanında tam bir aydınlık hazırlığı evresi olduğu için, ne denli Eski Yunan ve Lâtin ürünü varsa günyüzüne çıkarıldığını görürüz bu dönemde. Batılı ancak böylelikle biricik güç niteliğindeki kilisenin baskısını çatırdatabilmiş, ardından da en yetkin örneğini Erasmus’ta gördüğümüz insan merkezli yeni düşünce anlayışını örgüleyebilmiş.
John Locke, Spinoza, Leibniz, Rousseau, Voltaire, Diderot, Lessing, Schiller, Fichte, Kant, Hegel, Feuerbach…
Hepsi de bir biçimiyle hümanizmden beslenen, kazanımlarını dolaylı ya da dolaysız bu mecraya akıtan düşünürler… Eski Yunan kaynaklarına dönüş niteliğindeki Yeniden Doğuş’un ardından XIX. yy’ın başlarında Herder, Winckelmann, Humboldt ve Goethe’nin elinde insanlık ideali yeniden tanımlanmış, böylelikle Eski Yunan’daki naifliğinden arındırılmış, naifliğin bıraktığı boşluğa da temel bilimlerin açtığı yeni bilgi değerleri yerleştirilmiş, sonuçta da Yeni Hümanizm ortaya çıkmış.
Bir Türk hümanizmi mümkün mü?
Bir de Üçüncü Hümanizm var. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Werner Jaeger öncülüğünde kurulan ve Antikçağ’daki insan davranışlarını yeniden canlandırmaya ve yeni zamanlara uyarlamaya yönelik bir anlayış.
Peki bizimkiler nasıl anlamış ve anlatmışlar hümanizmi?
Buna geçmeden önce, önce isimleri bir hatırlayalım:
Adı hümanizmle özdeşleşen Cevat Şakir Kabaağaçlı ya da nam-ı diger Halikarnas Balıkçısı, adı Montaigne’nın ‘Denemeler’iyle özdeşleşmiş Sabahattin Eyüboğlu ve Yunan klâsiklerinin ‘amansız’ çevirmeni Azra Erhat. Öbür takipçilerinden ayrı olarak bu üçü, aynı zamanda Cumhuriyet döneminin ilk aydın kuşağından. Yani o güne değin bu ülkede nelere inanılıyorsa tümünü bir tarafa atmış, buna karşın yeni inandıkları şeylere, kendilerinden önceki insanların inançları denli sıkı sıkıya bağlı, tavizsiz ve pazarlıksız idealist kuşaktan. Yeni kurulan devlete sımsıkı bağlı ama bu içi bomboş kabuğa bir düşünce yüklemeye and içmiş, bu uğurda ömrünü fedaya hazır, yeni bir aydın tipi üretmeye ‘yeminli’ kişiler.
Hümanizmin okulu: Köy Enstitüsü
1940’larda ürünlerini vermeye başlamış ve o günlerin adlandırmasıyla ‘hümanizma’ görüşünün izleyicileri Orhan Burian, Vedat Günyol, dinozorluğunu övünç kaynağı sayan Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu’nun kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Adalet Cimcoz. Bütün bu isimler, kimileyin özgün metinler ürettiler, kimileyin Yunan klâsikleri ağırlıklı çevirilerle ya da hümanist eğilimli düşünür ve yazarların okunaklı çevirileriyle Türk düşüncesini yönlendirmeye çalıştılar.
Birçok idealistin tersine Türk Hümanistleri devletle sıkı fıkı ilişkilerinin katkısıyla en büyük ideallerinden birini gerçekleştirme şansı bulurlar: köy enstitüleri.
Köy enstitülerini kendilerine arka bahçe seçen bu Yunanperestler, Homeros’tan Montaigne’a, Robespierre’den Yunus Emre’ye, Shakeaspeare’den Thomas More’a birçok isim ve anlayış arasında bağ kurmayı denediler. Gerçekten de zaman zaman özgün görüşler ileri sürdüler, icabında özgün metinleri, görüşleri doğrultusunda çeviri kılığında ‘yeniden yazdılar’.
Aralarındaki işbölümü de dikkat çekiciydi. Sonradan Balıkçı diye anılacak olan Cevat Şakir işin fikir babasıydı, grubun sözcüsü ve görüşlerin yaygınlaştırıcısı ise Eyüboğlu. Harekete akademik boyut katma görevi Azra Erhat’ın üzerindeyken, görüşlerini Türk kamuoyuna kazandırma manivelâsı niteliğindeki yayın etkinliklerini de Vedat Günyol göğüslemişti.
Ruhunu ver, bedenini al
Gerçekte neydi Türk hümanistlerinin amaçları?
O güne değin, yenildiğinde bile masaya düşmanıyla denk koşullar içinde oturmayı becerebilmiş Türk, Kurtuluş Savaşı arifesinde, “Vatan mı istiyorsun; olur ama karşılığında ne vereceksin?” pazarlığında, karşı tarafa “İyi de sen ne istiyorsun?” sorusunu sormak durumunda bırakılmış ve “Ruhunu ver, karşılığında bedenini kurtar!” dayatmasıyla karşılaşmıştır. Gerçekten de verilen ruh karşılığında beden elden gitmemiş ve ‘kurtarılan’ vatanda yeni bir düzen yeşertilmeye başlanmıştır. Ne ki bir süre sonra eldeki bedene bir ruh giydirilmesinin zorunluluğu anlaşılmış ve yeni düzene uygun yeni bir ruhun, demir ağlarla örülen yurdun her yöresinde örgüleştirilmesine başlanmıştır.
Nasıl olacaktı bu ruh? Hangi öğelere sırt çevireceği belliydi ama hangi yöne döneceği pek de seçik değildi. Bir kere bu yeni ruh yakın geçmişe sırtını yaslayamazdı çünkü bu, varlık sebebini inkâr ve pazarlığı iptal anlamına gelirdi. Peki ama uzak geçmişe niçin gidilmesindi? Hazır, zaten koca bir coğrafyadan geriye bir tek Anadolu toprakları kalmamış mıydı? Öyleyse niçin Anadolu’nun, yani Asia Minor’un derinliklerine inilmesindi?
İşte resmi dünya görüşünün, Ziya Gökalp’ten ilkokul fişi düzeyine indirgenerek alınan ‘Türk, Müslüman ve Batılı’ üçlemesinin ‘eksiği’ tam da burada ortaya çıkar. Gerçi uygulamasının kolaycılığı ve her yana çekilebilirliği, resmi dünya görüşüne geniş bir hareket alanı kazandırmıştı ama bu üçlemenin sınırlarının genişletilebileceği alan da yeterli değildi. Hem birileri bu bedene dışarıdan, ta Rus steplerinden bir ruh taşımaya başlamıştı bile. Öyleyse daha işlevsel bir kimlik bulunmalıydı.
Yeni bir kimlik, yeni bir kök
Önerdikleri aslında çok açık ve basitti: Biz, yani bu topraklarda binyıllardır yaşayanlar zaten Batılıyız ve madem ki artık tüm dünyada insan olmak demek, Batılı olmak demek, bizim bu uğurda özel bir çaba içine girmemiz, yırtınmamız, çırpınmamız gerekmiyor. Çünkü zaten Anadolu topraklarında gelişen kültür, Batı kültürünün özünü teşkil etmekte. Bizim yapmamız gereken de, Ege’nin mavi sularında gömülü bu öze dönmek.
Kısa bir süre sonra Mavi Anadolucu diye adlandırılacak bu hareket, (Nurettin Topçu’nun savunduğu Anadoluculuk ile ilişki, isim benzerliğinden ibaret…) hızlı bir yayın etkinliğiyle klâsik Yunan kültürünün iki ayağından birini küllerinden diriltmeye yeltenir. Niçin bir ayağını? Çünkü Balıkçı’ya göre klâsik Yunan’da iki ana yöneliş vardır: idealist düşünce ve hümanist düşünce. Başını Sokrates, Platon ve Aristoteles’in çektiği Atina merkezli idealist düşünce, tarih içinde baskıcı düzenlere dönüşmüş; İyonya merkezli Thales ve Demokritus gibi düşünürlerce biçimlendirilmiş hümanist düşünce ise hep insanca değerlerden yana olmuş. Öyleyse Atina’nın değil, İyonya’nın, yani Anadolu’nun izinden gitmek gerek.
Tarih anlayışları
Mavi Anadolucular’ın en dikkat çekici yönleri, ‘halk’ anlayışları ve bu anlayışı dayandırdıkları tarih kabulü. Bir simyager titizliğiyle birbirinden çok değişik anlayışlardan ve farklı kaynaklardan derledikleri Anadolu konulu bilgileri bir büyücü maharetiyle öylesine tuhaf biçimde bir araya getirirler ki, sonuçta ortaya şaşılası bir fikir tuhaflığı çıkar. Yeni cumhuriyete bir ‘kök’ arama gayretleri onları öylesine tuhaf ve çarpık bir mecraya sürüklemiş ki, örneğin edindikleri tarih anlayışına göre Anadolu’da yaşamış ne kadar halk ve bütün bu halkların ne türden inançları varsa, bunların hepsi de bugünkü Anadolu insanına aittir ve beheri en az Müslümanlık kadar önemsenmelidir. Hatta benimsenmelidir de. Çünkü Anadolu’nun ‘öz’ü değişmemiştir ve değişmemelidir.
Açıkçası bu tarih anlayışında, tarihin sistemli bir incelenmesi sonrasında edinilmiş nesnel bulguların mantıklı bir biçimde değerlendirilmesine ve kimi çıkarsamalarda bulunulmasına rastlandığı söylenemez. Çünkü Mavi Anadolucular’ın bir kutsal hedefi vardı ve bu gaye adına tarihin herhangi bir diliminden herhangi bir veriyi almak ve istenildiği gibi kullanmak caizdi. Çünkü onlar yeni kök arayışını dayandıracakları malzemelere gereksinmekteydiler ve bunu da Eski Yunan efsanelerinden ve inançlarından başka hangi kültür verileri daha verimli bir biçimde sağlayabilirdi ki!
Horon gavur icadı mı?
Bu tarih anlayışıyla edindikleri bakış açısı, Mavi Anadolucular’ı öylesine garip mecralara sürükler ki, örneğin bir Anadolu köylüsünün taktığı başlık ile bir Hititli’nin taktığı arasında bağ kurabildiler. Aynı biçimde, horon ile Diyonisos ayinleri arasında da bir bağ kurmaya çalışırlar. Bu görüşü dillendirdikleri bir ortamda köylünün birinden, “Biz horonu atalarımızdan kaldığı için oynuyoruz. Senin dediğin gibi horon gavur icadı olsaydı, biz Trabzon’da hiç kimseye horon teptirir miydik?” karşılığını alırlar.
Bu tarih anlayışına Mavi Anadolucular’ı sürükleyen bir başka etken de, dönemin kültürel konumuydu. Homeros’un kitabında tatlı tatlı anlattığı ve Yunan efsaneleriyle karışık bir masal düzeyine taşıdığı kimi tarih bilgileri, Troya kalıntılarının keşfiyle masal olmaktan kurtulmuş, dahası bütün Avrupalı bilim adamlarının gözünü Anadolu’ya çevirmişti. Böylelikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu cephelerinde yalnızca tam donanımlı askerler değil, onların başucunda tam donanımlı tarihçiler, arkeologlar ve antropologlar da mevzi almıştı. En az eli silâhlı askerlerinki kadar kutsal bir görevleri vardı bu bilim askerlerinin de: Anadolu’da yaşayan Müslümanlar’ın bu topraklarda yaşamaya hakkı yoktur. Çünkü bu topraklar, aslında başkalarına aittir.
Avrupa’ya karşı kalkan
1918 tarihli Paris Konferansı’nda Yunan heyeti Asia Minor üzerindeki tarihi haklarını savunmak için arkeolojik buluntulara başvurur. Aynı isteği aynı tonda İtalyanlar da Roma kalıntılarına dayanarak dillendirir. Fransızlar ise Papa II. Urbanus’un XIX. yy’dan kalma bir fetvasına dayanarak Güney Anadolu’nun kendilerine ait olması gerektiğini savunmaktan geri durmadılar.
İşte bu şartlar altında kurulan cumhuriyet, hızla bir dil ve bir de tarih kurumunu hayata geçirirken, işte bu tezlere karşı çıkmayı hedefliyordu. Onun için de yabancı arkeologların ‘bu topraklar’da bulduğu her ne varsa sahiplenmek ve “Biz onlardanız, onlar da bizden” demek kolaylaşıyordu.
Mavi Anadolucular’a göre tarih derslerinde en az Osmanlı Tarihi kadar, eski Anadolu uygarlıklarının, Sümer, Hitit, Frig, Lidya, İyon, Akad ve Bizans tarihlerinin okutulması gerekir. Ve klâsik filoloji derslerini de. Çünkü böylelikle, İslâm ve Osmanlı kültürüyle bir bağı kalmayan yeni Türk gençlerinin ‘kendi gerçek köklerini’ bulabilmelerine yardım edecek bu dersler üzerinden, aynı zamanda bütün Batı medeniyeti verimlerine de ulaşılacaktır. Bilindiği gibi eğitimle ilgili bu tekliflerinin hepsi ülkemizde uzun yıllar uygulanmıştır.
Özetlemek gerekirse Mavi Anadolucular’a göre yapılması gereken, İslâm’ın ufuk tıkayıcı bağnazlığına saplanmaktansa eski Anadolu’nun engin ufuklarında at koşturmak.