Şili Sineması’na ne kadar vakıfızdır? Hiçe yakın. Peki Pablo Larrain? Hatırladınız, evet. Çünkü Oscar kazanmış bir yönetmen. Hem de bir önceki filmi No ile. Peki, sinemada halkının siyasi meselelerini gündeme getirirken derdini anlatmayı ve üstüne üstlük ödülleri de toplamayı nasıl başarıyor dersiniz? İsmi lâzım değil, bazı yerlerde gördüğümüz gibi kendi ülkesini şikâyete ihtiyaç hissetmeden nasıl yapıyor bunu? Yoksa sanat zaten bu demek olmasın sakın? Evet, The Club, derdini anlatmak için yaban ellerden merhamet dilenme küçüklüğünü elinin tersiyle iten, sarsıcı, silkeleyici bir özeleştiri filmi.
Bazı bakımlardan bir önceki hafta ele aldığımız Tom McCarthy imzalı Spotlight filmiyle aynı kulvarda koşan The Club, yine Katolik Kilisesi’ni, rahiplerin küçük çocuklara tacizini kendisine merkezi konu ediniyor. Boston Globe Gazetesi’nin Spotlight adlı araştırma ekibinin, Amerika’da yıllardır devam eden çocuk tacizi vak’alarını, Amerikan tarihinde ilk kez çözmelerini ve nihayetinde yöneticilerle halkın elele vererek kilisenin günahlarını yoksaydıklarını ifşa etmelerini, kelimenin en has anlamıyla klasik bir anlatımla izlemiştik o filmde. Bu filmde ise Şili’nin küçük bir sahil kasabasında inzivaya çekilmiş gibi yaşayan dört yaşlı rahibin netameli geçmişine bakıyoruz.
Spotlight’ın tersine The Club adlı film, kilisenin günahının topluma yönelik tarafıyla değil, kişiye yönelik tarafıyla ilgileniyor daha çok. Katolik zihin böylesine insanlıkdışı bir günahı nasıl oluyor da meşrulaştırabiliyor? O yüzden filmde insanın kendisini sorgulaması asıl mesele. Bu filmi bizim ciddiye almamızı doğuran vasfı da burada zaten.
Düzen bozulursa
Bir rahibenin gözetimindeki sıradan görünümlü bir evde yaşayan dört rahibin yarı sürgün, yarı inziva hayatı, günün birinde kökten değişir. Artık yarış tazısı yetiştirmekten daha ciddi dertleri vardır. Çünkü aralarına yeni katılan günahkâr rahip, bu dörtlüden hayli farklıdır. Ötekiler gibi günah işlemediğine inanır ve homoseksüel olmadığını iddia eder. Fakat köyün delisi konumundaki Sandokan isimli genç, rahibin bu lâfını ağzına tıkar ve geçmişteki cinsi günahlarını tek tek sayıp döker.
Bu suçlamalara tahammül edemeyen yeni rahip, genci korkutsun diye eline tutuşturulan tabancayı kendi alnına dayar ve eve geldiği gün intihar eder.
Dört rahip, ağız birliği ederek yetkililere intiharla ilgili doğruları değil, söylenmesi gerekenleri söyler. Yine de denetmen bir rahibin aralarına gönderilmesini engelleyemezler.
Onun din anlayışı da, günah anlayışı da, kefaret anlayışı da farklıdır. Ve küçük sahil kasabasındaki evde kendilerince yaşadıkları huzur, çok geçmeden sonlanacaktır. Denetmen rahip, kısmen günah çıkarmayı, kısmen terapi seansını andıran konuşmalarıyla her gün rahipleri suçlayacak, onları adım adım bitimsiz bir pişmanlığa sürükleyecektir.
Özellikle iyi aydınlatılmamış ortamlarda ve kış ışığında çekilen film, hikâyesinin karanlık atmosferini izleyicisine de bulaştırıyor böylelikle. Keyifle izlenen bir yapımdan sözetmiyoruz sonuçta; tersine, insana insanlığını sorgulatan, insanın kendisiyle, hemcinsiyle ve elbette Tanrısıyla ilişkisini sorgulatan ağır bir yapımla karşı karşıyayız çünkü.
Cinayet neyi örter?
Film izlemeyi edilgen bir eylem sananlara söylenecek söz yok. Ama bir filmi izlerken, kimileyin filmin anlattıkları vesilesiyle bildiklerini hesaba çekebilenler için The Club ilginç ayrıntılar barındırmakta. Örneğin insana en sefil biçimde muamele eden bir rahip, bir köpeğe insandan çok değer verebilmekte; bir hayvanı insanın üstüne koyabilmekte.
Denetmen rahibin olayla ilgili kişileri bir polis hafiyesi gibi sorgulaması, adım adım gerçeğe yakınlaşması bazı rahipleri fazlasıyla telâşa düşürür. Unuttukları, hatta unutturmayı başardıkları geçmişlerinin karanlık yönlerinin ortaya saçılacağı telâşı makul düşünmelerini engeller. Akla gelen seçenek belli: cinayet. Hâlbuki hangi ölüm, başka bir ölümün günahını örtebilir ki!
Aslında dört rahip ruhbanlıkla sıradanlığın arasında ama aynı zamanda ikisinin de dışında, arafta bir konumları var. Rahiplik yapamıyorlar; günahları büyük. Ama sıradan insanlardan farklı olarak ruhban eğitimi almış ve yıllarca bu işi yapmışlar. Kendiliğinden iki arada bir derede durumu…
Sertlik ve insan ruhu
Gelgelelim denetmen rahibimiz ne hâlden anlamaktadır, ne de günahkâr rahiplerin neler hissettiklerinden. Dayanağını dinden alan ama kuru, ruhsuz, inceliksiz bir anlayışla günbegün rahiplerin etrafındaki serbestlik çemberini daraltır. Deyim yerindeyse onları kendi iç zindanlarına sürükler. Belki orada kendileriyle başbaşa kalarak günahlarıyla daha fazla yüzleşmelerini amaçlamaktadır. Belki de asıl amacı rahiplerin kendilerine yönelik nefretini arttırarak, intihar eden rahip gibi davranmalarını beklemek…
Film ilerledikçe hikâyenin görünür yüzünde, dinadamı dahi olsalar, Katolik Kilisesi mensuplarının nasıl küçülebildiğini gözlemliyoruz. Elbette filmin görünür hikâyesinin ötesine geçmeyi denediğinizde, asıl itham oklarının dinadamından çok, ‘insan’a yöneldiğini farkedersiniz.
Sorular, sorular…
Öyle ya, günahkâr kul, Tanrı’nın kendisini affettiğine inandığında bile onun kendisini hâlâ affetmemesi mümkün müdür? Günahından pişmanlık duyduğunda kişi arınmış mı sayılır? Kısa süreliğine alınan haz, ömür boyu hazdan mahrum kalmaya yol açıyorsa niçin ısrarla tercih edilir? Dahası bütün yaşama konforu niçin bu haz için feda edilir?
Geçen yıl Berlin’de Jüri Büyük Ödülü’nü alan The Club, aynı zamanda Şili’nin Oscar adayı.
Konusu gereği film korku, şiddet ve cinsellik sahneleri içermekte ama bu öğelerin sömürüsünü yapmadan. Sonuçta bir yetişkin filminden sözettiğimizi ve filmin asıl gayesini unutmamalıyız.
…
Piyano ve çello için Türk Müziği mi?
İlhan Usmanbaş kimdir? İlhan Usmanbaş yaşayan en büyük Türk müzisyeni. Tabii Tarkan’dan sonra.
Sanal âlem gençliği hemen bakacağı bir hazret uydurmuş kendine; yazar ismi, cevabı karşısında bulur. Fakat işin aslı bu mu? Niçin adam tanımak, surat tanımak diye anlaşılmaya başlandı? Ve ne zamandan beri?
Geçelim. En mühim meseleleri geçmek durumundayız.
Usmanbaş her şeyden önce bir besteci. Müzik eleştirmeni ve hoca aynı zamanda. Cumhuriyet döneminde yetişen ve Cumhuriyet’in ilke ve inkılâplarına muvazi müzik anlayışının güzide timsali. Başka bir ifadeyle, besteleri Türk müziğiyle, binlerce yıllık Türk müziğiyle hiçbir irtibat noktası barındırmayan çağdaş bir müzisyen. Ama Türk. Yaptığı da Türk Müziği. Daha doğru adlandırmayla Çağdaş Türk Müziği. Burun kıvırma kolaycılığına düşmeden, hakki bir alâkayı celbedecek denli mühim üstelik.
Ve ünlü bir isim İlhan Usmanbaş. Elbette ülkemizde değil.
Çağdaş Türk Müziği’nin kilit taşı
100 civarındaki bestesi arasında viyolonsel ve piyano önde. Çünkü besteci aynı zamanda bu iki çalgının virtüözü.
Hocalarından biri de Ahmet Adnan Saygun. Saygun, Cumhuriyet Dönemi Türk Müziği’nin kurucu babası, Bela Bartok’la Anadolu’yu gezen kişi. Bir yanda Bela Bartok etkisi, bir yanda yeni devlete yeni müzik keşfetme kaygısı, aynı zamanda kökü Orta Asya’ya dayanan pentatonik müzik anlayışına sırtını dayama kaygısı ve en önemlisi de Osmanlı Müziği’nin tamamıyla kazınamayan etkileri ile harmanlanan bir ezgi anlayışı… Sanki ilk dönem cumhuriyet aydınının ideal prototipi.
Hasan Uçarsu ile Özkan Manav. Bu iki isim de Adnan Saygun’un öğrencisi. Özkan Manav aynı zamanda Usmanbaş’ın da öğrencisi. Başka bir ifadeyle, Cumhuriyet’in ilk yılları ile şimdiki döneme ait, müzik anlayışı olarak da birbirini etkilemiş, birbirinden beslenen dört önemli isim.
Ve Naxos. Dünyanın en çok caz müziği albümü yayınlayan yapım şirketi.
Çağdaş Türk Müziği dünyaya açıldı
Elbette klasik müzik de. Özellikle tarihi kayıtlara verdikleri önem, erbabının malûmu. Naxos, dünya çapında yaygın dağıtım ağından aldığı güçle her yerde bulunabilen, o yüzden de 50’lerin EMI’sine benzeyen bir müzik yapım şirketi aslında. Ürünlerini her yere ulaştırabildiği için, hem caz müziğin, hem de klasik müziğin kitlelere ulaşmasındaki payı büyük.
Bu dört çağdaş Türk bestecisinin, çeşitlemeleriyle birlikte 13 eserinden müteşekkil albümleri Turkish Music for Cello & Piano adı altında Naxos tarafından geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Hem de bütün dünyada.
Albüm nihayet Türkiye’de.
Dilbağ Tokay’ın çello, Emine Serdaroğlu’nun piyano çaldığı albüm, çağdaş müzikten hazzetmeyenlerin bile kayıtsız kalmamaları gereken bir ürün. Niçin mi? Kemal Tahir’den devralarak söyleyelim; 20. yy, Türk Müziği’nin yol ayrımına denk gelmekte. Bu yol ayrımının en güzide kıvrımlarında gezinmek nasıl önemsenemez ki!
En azından Hasan Uçarsu’nun Elif Dedim, Be Dedim’i elde var bir.
Hem Tarkan’ın üzerine iyi gider.
…
İlk Kıbrıs sözlüğü
Cumhuriyet döneminde kültür hayatımıza kıran girdi ya, şimdiye değin bir türlü iyileşmediğinden mi ne, bizde en fazla mahrumiyeti hissedilen şeylerin başında temel başvuru kitapları gelir. Hele genel okura seslenenleri.
Farid Mirbagheri imzalı Kıyal Ersen çevirisiyle Kalkedon Yayınevi Khora Kitaplığı’ndan çıkan Kıbrıs Tarihsel Sözlüğü, sırf bu açıdan bile bir istisna. Söylemeye gerek yok, Kıbrıs konulu ilk sözlük. Beklendiği gibi ansiklopedik tarzda hazırlanan sözlükte ayrıca adanın kadim tarihini tasnifleyen bir kronoloji bölümü ile kısaltmalar listesi de yeralmakta.
Adanın onbin yıllık tarihiyle, coğrafyasıyla, kültürüyle ilgili birinci elden bilgileri birarada bulabileceğiniz 328 sayfalık kaynak kitap, çapraz atıflarıyla meraklı okurunu şaşırtmayı bekliyor.
Kuzey Kıbrıs’ta yayımlanan kitap, Türkiye’de de bulunabilmekte.