Mason İnönü nasıl tarikat kurdu?

Cumhuriyetin en karanlık ‘ikinci’ adamı olan İsmet İnönü, hem mason, hem de masonlarla işbirliği yaparak Türkiye’nin kaderiyle oynayan bir yüzbaşı. O, Mustafa Kemal’in ölümünden 27 Mayıs darbesine, Kur’an-ı Kerim’i Türkçeleştirme rezaleti girişiminden Menderes’in idamına dek pek çok hâdisenin başrolü olarak çıkar karşımıza. Bu hafta ise kurdurduğu sahte tarikatlar ile ardına sığınmak için tezgâhladığı ‘koruma kanunu’ meselesini ele alacağız.

Resmi talimata yahut iddiaya göre 1935’de mason locaları kapatılmıştır. Oysa bugün bile masonların sitesinde, Muhittin Osman Omay’ın 1936 tarihinde mason localarının büyük üstadı azamlığını yaptığı yazılı. Dahası Masonlar 5 Ağustos 1937 tarihinde, 15 Ağustos 1937’de yapacakları toplantıya, üyeleri mason İsmet İnönü’yü davet ederler. Mesele şu ki, yakın tarihle ilgili bize anlatılanlarla gerçeklerin hiçbir alakası yok. Buna Mustafa Kemal’in heykellerine saldırı ve çıkarılan koruma kanunu da dâhil.

Her taşın altından masonlar çıkıyor 

Milli Birlik Komitesi, 1960’da Demokrat Partili masonları tasfiye için Emniyet Genel Müdürlüğü ile eski adı MAH olan Milli İstihbarat Teşkilatı’na masonlarla ilgili bir rapor hazırlamaları talimatını verir. Hazırlanacak raporlarda İsmet İnönü’nün masonluğunun gizlenmesi emri de yer alır. Raporun fâilleri, İnönü ile Mustafa Kemal’i aynı kefeye koyar ve övgüler düzer. Sonrasında anlaşılıyor ki, rapor iki mason dönme grubun iç savaşıdır.

Masonların Mustafa Kemal Paşa’nın öldürülmesinde de karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Meselenin fâillerinin, mason locaları ile şöhretli masonlardan İsmet İnönü, Kasım Gülek, Şükrü Kaya ve Dr M. Kemal Öke olduğu belgelerle ortaya konulmuş durumda. Öldürdü(rttü)kleri Paşa’nın cenazesini Dolmabahçe’de bırakıp, Ankara’ya koşuşarak sadece bir günde mason İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığı’na, daha doğru ifadeyle tek adamlık koltuğuna oturturlar. Tıpkı Ali Fuat Başgil’in 1961’deki Cumhurbaşkanı adaylığını ilanından sonra davet edildiği başbakanlıkta Orgeneral Sıtkı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından silah gösterilip, “Etlik’te gömülebilirsiniz” diyerek tehdit edilerek çekilmesi sağlandığı gibi İnönü’nün rakipleri de benzer usullerle engellenir. Fâillerini tahmin etmek güç değil.

Mustafa Kemal’in ardına saklandı 

Rakiplerini tehdit ederek saf dışı etmekle de tanınan mason İnönü, gücünü sağlamlaştırmanın yolunun Mustafa Kemal’in ardına saklanmakta olduğunu görür veya gösterilir. Aslında Mustafa Kemal’in ardına saklanan sadece İnönü değil tüm masonlar, dönmeler (sabetaylar, pakraduniler) gibi laikçilerdir.

Koltuğunu sağlama almak isteyen İnönü sahte tarikatlar kurdurur. Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1972’de hazırlanan “Teokratik Devleti Savunan Örgütler Yapılanmalar Raporu” adlı çalışmada bu sözde tarikatların ‘Ticânîlik’ ve ‘Biberilik’ gibi örgütlenmeler olduğu dile getiriliyor.

Dikkat çeken üç nokta 

Sıkıyönetim Komutanlığı’nın hazırladığı rapor, “tarikatlar, siyasi partiler ve yurt içi ve dışı kuruluşlar” şeklinde üç başlıkta ilerlerken tarikatlar bahsinde de üç husus dikkat çekiyor.

– Hz Peygamber (s.a.v.), Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72, Müslümanların ise 73 fırkaya ayrılacağını, Müslümanlardan bir grup hariç hepsinin sapık ve cehennemlik olduğunu, o bir grubun da sünneti seniyyeye sıkı sıkıya bağlı olanlar olduğunu bildirmiştir. Buradaki 73 rakamına takılan askerler “Osmanlı zamanı kurulan tarikatların miktarı 73 kadardır” diyerek ilginç bir gönderme yapıyor. Oysa Rasülullah’ın verdiği rakamlar sapkınların sayısını değil, çokluğuna kinayedir. Bu yüzden 73 ile kast edilen net sayı değil, Hıristiyanların Yahudilerden fazla parçaya ayrılacağı, Müslümanların da Hıristiyanlardan daha çok fırkaya bölüneceğine işarettir.

– Kendi kurdukları yapıları “MAH tarafından kurulmuş istihbarat alınan bir tarikattır” diyerek kısaca en doğru şekilde anlatıyorlar. Bu da bize devletin geçmişte çok sayıda Müslüman görünümlü cemaat veya grup teşekkül ettirdiğinin itirafıdır.

– Üçüncüsü ise kökü yüzlerce asır evvele giden tarikatlar hakkında gazetelerde çıkan yalan yanlış bilgileri doğruymuş gibi yazmaları. Geçmişte gazetelerde çıkan haberler ile rapordaki metinlerin noktası virgülüne kadar aynı olduğunu görünce de gazeteci sandıklarımızın MAH’ın elemanı olduğunu anlıyorsunuz.

Ticaniliği İnönü kurdurdu 

Sıkıyönetim Komutanlığı raporunda, -Mason dönmelerin elindeki medyanın özellikle 2000’li yıllara kadar Müslümanlara saldırmak için sakız olarak çiğnedikleri- Ticânîlik’le ilgili “Liderleri Kemal Pilavoğlu, Abdurahman Babur’dür. (MAH) tarafından kurulmuş istihbarat alınan bir tarikattır” demekle yetiniyor. Bu cümlelerle, o güne kadar Türkiye’de faaliyette olmayan Ticânîliğin, mason İnönü riyasetindeki devletin özel ve gizli bir hedef için kurdurduğu, sahte bir yapı olduğu açıkça itiraf ediliyor.

Ticanilik ne zaman kuruldu? 

Berberî Ticâne kabilesinden bir kadınla evlendiğinden ailesi Ticâne’ye nisbetle anılan “Ahmed b. Muhammed”in şeyhi olduğu tarikat, 1782 yılında Fas’ta kurulur. Fas, Cezayir, Senegal, Sudan, Moritanya gibi ülkelerde aktif olan Ticânî tarikatının Türkiye’de hiçbir kolu ve faaliyeti yoktur. Her ne kadar 1897’de İstanbul’a gelen Ticânî şeyhi Sîdî Muhammed el-Ubeydî’nin Sultan Abdülhamid Han ile görüştükten sonra İstanbul’da bir Ticânî zâviyesi açıldığı iddia edilse de, İstanbul’un son dönem tekkeleri listesinde Ticânî tarikatına ait hiçbir tekke ve faaliyet bulunmaz.

Sözde Ticani şeyhi CHP’nin adayı 

1906’da Ankara’da doğup, hukuk tahsili yapan Kemal Pilavoğlu 1940’lı yıllarının ortasında Ticânî şeyhi olduğu iddiasıyla ortaya çıkar. 6 Mayıs 1950 tarihli Yüksek Seçim Kurulu kayıtlarında, Kemal Pilavoğlu’nun CHP Ankara milletvekili adaylığı yazılıdır.

Süleyman Yeşilyurt, Kültür Sanat Yayınları’ndan çıkan ‘Ünlü Aleviler’ adlı kitabında “Atatürk heykelini Ankara’daki Zafer Meydanında kırmaya yönelen ilk grup Ticânî Tarikatıdır. Bu tarikatın lideri Kemal Pilavoğlu, 1950’de Cumhuriyet Halk Partisinden milletvekili adayı olmasına rağmen seçimi kaybetmiştir. İsmet İnönü, bu şahsı aday göstermekle dini çevrelerden oy almayı hedeflemekteydi. Meclis arşivlerinde yer alan bu belgeli gerçeği hangi bildiri tekzip edebilir” diye yazmaktadır.

Nilüfer Narlı şöyle diyor: “Aynı Ticânî Tarikatının lideri Demokrat Partinin adayı olsaydı, sanırım Türkiye yerinden oynardı. Cumhuriyet Halk Partisi böyle bir insanı aday gösterip daha sonra Atatürk heykelini tahrip etmesine kayıtsız kaldığı halde tek partili yılların bütün olumsuzlukları unutturularak, bu müessif hadiseyi yaptıranlar her ne hikmetse ülkemizde demokrasi şampiyonu ilan edilmekteler. Şu kadarını açıklıkla söyleyebilirim ki, bu gerçekleri yazamazsak Türkiye’ye, onun tarihine ve geleceğin ümidi, yarınların teminatı olan çocuklarımıza ihanet etmiş oluruz.” Prof. Narlı bunları yazadursun, mason Hasan Ali Yücel ise “Daha sert, inkılâpları koruma kanunu çıkarılmalıydı” diyerek gerçek niyetlerini ifşa etmişti.

Ezan Kanun’u 41’de çıktı onlar 46’da harakete geçti 

İslam düşmanı Neşet Çağatay, 1972’de Ankara İlahiyat Yayınları arasından çıkan ‘Türkiye’de Gerici Eylemler’ adlı kitabında şöyle demektedir: “Hükümet dinimizi tanımazsa ona isyan etmek haktır. Yer yer Atatürk heykellerinin kırılması olayları 2 Haziran 1941’de başlamıştır. Ticânîler, 1941’de kabul edilen 4505 Numaralı ezanın Türkçe okunmasına dair olan kanunu 1946’da tenkide başlayıp, 1949 Şubatında TBMM’nin dinleyiciler locasında bir Ticânî’ye Arapça ezan okutmuşlardır. Ticânîler bu tür davranışlarına DP iktidarının ilk yıllarında da devam etmişlerdir.”

1946 tarihi dikkatinizi çekmiştir. Demokrat Parti’nin katıldığı ve CHP’yi sarstığı bu seçim ardından Kemal Pilavoğlu ve adamlarının harekete geçmiş olması tesadüf olabilir mi? Hukuk okumuş bir kişi devletin kurucularının hâlâ güçlü olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal’in heykellerine saldırdığında başına gelecekleri bilmiyor olabilir mi?

Neden Ticanilik tercih edildi?

Ticânî ismini tercih etmenin en önemli nedeni, bu tarikatın Türkiye’de olmamasıdır. Tasavvufla hiçbir ilgisi olmayan bu kişi tarikatların yasak olduğu, faaliyet gösterenlerin idama kadar giden cezalara çarptırıldığı bir zamanda nasıl olup da alenî tarikat kurar? Bununla da yetinmeyip, kurucu Cumhurbaşkanının heykellerine saldırır!

Mustafa Kemal’a saldıran CHP’li 

Kendini Ticânî şeyhi ilan eden, bununla yetinmeyip müritlerini Mustafa Kemal Paşa’nın heykellerine saldırtan, Kemalizm’i aleni eleştiren Kemal Pilavoğlu, İslam’a düşman, dinî yasaklamış, tasavvufî faaliyetleri engellemiş CHP’nin mason lideri İsmet İnönü tarafından 1950 seçimlerinde Ankara milletvekili adayı yapılır. Bu, CHP ve İnönü zaviyesinden sadece dindarların oyunu almakla izah edilebilir mi?

Konu 26 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde şöyle haberleştirilir: “Ticânî Tarikatı’nın Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve müritleri, İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar ve köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Atatürk heykellerine mel’unane tecavüzleri tel’in maksadı ile bugün büyük bir miting yapılıyor.” Sonra ne olur biliyor musunuz? Koruma Kanunu’nun çıkarılmasının ardından “Ticânîlerin heykel kırma eylemleri” gerekçesiyle CHP’den ihraç edilir. Yani Kemal Pilavoğlu ve İnönü amaçlarına erişmiş, sahte tarikatın sözde müridlerine ihtiyaç kalmamıştır artık!

Heykel kırma kampanyası 

Mason İsmet’in milletvekili adayı sahte şeyh Pilavoğlu, CHP’den milletvekili olmayı başaramaz. Bunun temel nedeni, Menderes liderliğindeki Demokrat Parti’nin ezici seçim başarısıdır. İnönü’nün de bu kadarını beklemediği hezimet, yeni hamleler yapmaya iter. Bununla yetinmeyen Pilavoğlucular heykel saldırılarını artırırlar. Kendini Kemalizm sığınağı ile korumak isteyen mason İnönü ve mason Celal Bayar, CHP’li ve DP’lilerin itirazlarına rağmen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’un çıkmasını sağlarlar. Bu sayede masonlar, dönmeler, laikçiler Kemalizm’in ardına sığınarak, hem Müslümanları sindirmiş, hem İslam’a düşmanlık etmeyi sürdürmüş, hem de çok sayıda darbe gerçekleştirmiştir.

Kemal Pilavoğlu kimdir?

“Ticânî lideri Kemal Pilavoğlu varlıklı ve hırslı biriydi; görünüşe bakılırsa taraftarlarının cahilane çalışmalarını kendisinin şüpheli zenginliği ve politik çıkarları için kullanmaya çalışıyordu. Polisle yapılan birkaç çatışma, bazı heykellerin başarılı bir şekilde yıkılması ve diğer heykellere yapılan saygısızlık girişiminden sonra hükümet, Pilavoğlu ve önde gelen yandaşlarını tutukladı. Çeşitli suçlardan yargılandılar. Bazıları beş-on yıllık hapis, bazıları da ağır cezalara çarptırıldı. Bundan sonra, liderlerinin gerçek bir Mehdi şeklinde mucizevi olarak tekrar gelerek galip geleceği söylentilerine rağmen Ticânîler hakkında pek bir şey duyulmadı.” (Reed Howarda, Laik Türkiye’de İslâm’ın yükselişi, Türkiye’de İslâm ve Laiklik, Derleme, s.154 İnsan Yayınları) Sıkıyönetim Komutanlığı’nın Ticânîlik’le ilgili “Liderleri Kemal Pilavoğlu, Abdurahman Babür’dür. (MAH) tarafından kurulmuş istihbarat alınan bir tarikattır” şeklindeki muazzam itirafı, bu iki şahsın da MAH/MİT dolayısıyla İnönü’ye çalışan ajanlar olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Abdurahman Babür ise bir muamma…

Atatürkçü sözde tarikat

“Teokratik Devleti Savunan Örgütler Yapılanmalar Raporu” adlı çalışmada bu sözde tarikatların bir diğeri de ‘Biberilik’ adlı örgüttür. Mezkûr raporun ‘Biberilik’ başlığının altında yalnızca şu cümle yer alır. “Liderleri İsmail Emre, Şevket Kutkan’dır.”

Doğrusu raporu okuyuncaya kadar bu örgütü hiç duymamıştık. Hiçbir kitapta ve internet aramalarında rastlamamıştık. Adı geçen isimleri araştırırken “ismailemre.net” adlı bir sitenin varlığını fark ettik. Site 2018’de kapatılmış… Archive.org’un geçmiş arşiv kaydı sayesinde siteye erişince ilginç bir yere düştüğünüzü anlıyorsunuz, özellikle de “sohbetler’den seçkiler” başlığını tıklayınca… ‘Atatürk’ başlığındaki metin hiçbir söze hâcet bırakmıyor ve MAH/MİT’in raporunda bu örgütü neden es geçtiğini daha iyi anlıyorsunuz.
Kendi sorup kendi cevap veren Biberilik örgütü lideri şöyle sorup, cevap veriyor: “Bursa’da bir adam, Atatürk’ün mâneviyetini kara bir levha olarak görmüş. Siyah levhada küçük bir beyaz nokta varmış, bu da yaptığı sevapmış.” “O adam kendi kalbini görmüş. Atatürk lâyık olmasaydı, Allah onu, Milletimizin kurtulmasına sebep olarak halk etmezdi. Ne güzel, bir zaman câmilerde secde edilecek yerleri ayakla basılmaktan kurtarmıştı. Oralara yerden biraz yümsekçe tahtalar döşetmişti. Velhâsıl, Atatürk’e dinsiz diyenler, onun yıktığı taassup binâsının kerpiçleri, enkazıdır. Onun aleyhinde bulunmak, millî nankörlüktür.”

Bir başka suâl ve cevabı işe söyle: “Mebusun biri, Atatürk’ün yaptığı inkılâplara muhalifmiş.” “O muhakkak hoca takımındandır. Vatan için çalışan bir insanın heykelini vatana dikerler ki, onun gibi çalışacak olanlara bir teşvik olsun. Yobazların Atatürk’e ve inkılâplara karşı olmaları, cehaletlerindendir.”

Putpereslik örneği 

Devletin/istihabarat korumasındaki Biberilik reisi İsmail Emre sözlerine şöyle devam ediyor: “Gazi’ye sûikast yapmak istiyenlerin yakalandığı günmüş. Halil Develioğlu’nu dinliyorduk, birisi geldi: “Gazi’yi öldürmek istiyen iki adam çıkmış, birisinin adı Mehmet’miş” dedi. Sohbette bulunanlar hayrette kaldılar. -Biberiliğin kurucusu- Halil Develioğlu: “Gazi’yi Allah, kahhar sıfatına mazhar etmiştir. Kötü niyetle ona parmağını uzatan mahvolur, onu kimse öldüremez. Ona sûikast edenleri asarlar” dedi.”

Sapık sözde Şeyh 

Bu sözlerin sahibi, Biberiliğin kurucusu sapık Halil Develioğlu, Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i ile alay ederek, M.K.Paşa ile ilgili neler yazmış:

On sekiz bin âlemin mir’âtı sensin yâ Kemâl,
Bu deryâya nazargâh, musaffâsın yâ Kemâl.
Ehl-i irfansın, cihan keyfiyyetin tahkîk edip,
Âlem-i nâsut içinde, dürrüyektâsın yâ Kemâl.
Ehl-i keyfin zulmünü reffeyledin bizden cüdâ,
Lütf-u Haksın, pür tecellî Hak Cemâlsin yâ Kemâl.
Her kimin gönlünde yoktur Hak sevgisi, olmaz felâh,
Kalbi âmâdır anın, sen merd-i Şahsın yâ Kemâl.

Kudret-i Yezdânı inkâr eyleyenler çok dürür,
Sen bilirsin herşeyi, ehl-i irfansın yâ Kemâl.
Çünkü eczâyı vücûdun, harf-ı eshabtır senin,
Muhtelif çoktur cihanda, her yanasın yâ Kemâl.
Cümle eşyâyı hakâyık remzi sende görünür,
Lâfzı var, mânâsı var sende, ayânsın yâ Kemâl.
Çünkü Hakkın emrine bağlı başımız cümleden,
Ol ulülemre itaat eyleyensin yâ Kemâl.

Aklı evvel olmasa âlemde, nâkıslar bütün,
Akl-ı sânîde kalır cümle, kânsın yâ Kemâl.
Bir günâhkâr Meyyitîyim, fikrimce doğru söyledim,
Yanlış ise, affeden Mehdî zamansın yâ Kemâl.
(Halil Develioğlu Risalesi, sayfa 152)

Bu putperestin şiirini 10 Kasım vesilesiyle, bazı sözde İslamcıların da yazarı olduğu ‘Düşünüyorum’ adlı Kemalist dergi neşrediyor.

Biberilik ismi nereden geliyor? 

Türkçe ezan ve Kemalistlerin Kur’an-ı Kerim’i Türkçeleştirme çabası ile ilgili “Türkçe Arapçadan çok eskidir” diyen Biberilik örgütü lideri Emre, örgütün adının nereden geldiğini şöyle anlatıyor: “Efendi riyâzatta salata yerdi. Salataya bir parça da acı biber doğrardı. Acı biber, önce ağzınızı yakar, ama sonra tatlandırır” derdi. İşte “bibercilik” lafı, bazı arkadaşların, soranlara: “biz biberciyiz, biber yeriz” diye gevezelik etmelerinden çıkmıştır.”

Hz. Peygamber (A.S.)’e hakaret 

Sapkınlığı cümlelerinde gizli olan Biberilik lideri Emre, Efendimiz (a.s.v.)’e şöyle hakaret ediyor: “Hz. Muhammed de Hîrâ Dağında yedi sene aç kalmamış mıdır? O hazret, kabağı çok severmiş. İçine başka şey doldurup aklını bozmamak için yalnız kabak yermiş ve az yermiş.”

Biberilik örgütünün diğer lideri 

MAH’ın raporunda, Biberilik örgütünün diğer liderinin Mahmut Şevket Kutkan olduğu belirtiliyor. Tutkan’da Emre gibi Adanalı. Edebiyat öğretmeni olan Kutkan, DDY’de ve Halk Bankası’nda çalışmış, öğretmenliğe geçmiş, 1969’da MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atanmış, 1970’de ise Irak’ta Kerkük Türk Kültür Merkezi’ni kurmakla görevlendirilmiş, 1972’de emekli olmuş. Ardından TRT ve TBMM’de çalışmış.

Biberiliğin kadın lideri Atiye Emre Can 

Tarikat görünümlü Kemalist Biberilik örgütünün bir diğer lideri ise 1 Nisan 1969’da öldürülen Atiye Emre Can imiş. Mehmet Bayrak, Alevinet.com sitesinde şunları anlatıyor: “Ortaokula başladığım yıllarda, yanılmıyorsam 1962 yılında doğrudan tanıdığım Atiye Emre, köyümüzde hakikatçı akıma bağlı Hasan Bağdaş amca aracılığıyla, yöremizdeki hakikatçı dervişlerle görüşmek ve muhabbet etmek için, manevi oğulları olarak tanıttığı iki gençle birlikte gelmişti. Biberi Tarikati’nden olduklarını söylüyorlardı. Biberiye tarikatı, Tarsus’ta doğan Halil Develioğlu adında tasavvuf ehli bir zat tarafından kurulmuştu. Adana yöresinde kurulan bu tarikata “Biberiye” denmesinin nedeni, bağlılarının acı biberle çile çıkarmalarından, biberli ve baharatlı yiyecekleri tercih etmelerinden kaynaklanıyordu. 1910 doğumlu Atiye Emre Can’ın, 1970’li yıllarda müridleri tarafından öldürüldüğü haber alındı.” Bu sitede yer alan “Atiye’m Ali’ye kuldur / Ali’yi sevenler nurdur / Yüzüm erenlere yoldur” şeklinde biten şiirinden Alevî meşrep olduğu anlaşılıyor. Nakşilikle uzaktan yakından alakası olmayan bu sözde tarikatın kadın yöneticisi, muhtemelen tarikatın ikinci lideri Kemalist ve İnönücü Emre Can’ın karısı. Tarsus’un mason Kasım Gülek’in karargâh merkezi olduğunu da not edip devam edelim.

Örgütten ayrılanları infaz etmek ve 10 Kasım törenlerini sabote etmek veya silahlı saldırı düzenlemekle de tanınan örgütün lideri de “su testisi suyolunda” deyimini haklı çıkarırcasına, infaz ettiği eski mensuplarının yakınlarınca 1968’de öldürülür. Daha ilginci, örgütün üyeleri arasındaki infazlar 17 yıl sürer.

Heykellere ne kadar ve ne zaman saldırıldı?

Atatürk heykellerine saldırıların ne zaman başladığı ve sayılarının ne olduğuna yönelik İçişleri Bakanı Halil Özyürük’ün 27 Nisan 1951’de TBMM Genel Kurulunda verdiği rakamlar aslında her şeyin millete kurulmuş bir tuzak olduğunu izaha yetiyor. Bakınız Bakan ne diyor: “Muhterem arkadaşlar; Mardin Milletvekili Kâmil Boran tarafından sözlü soru önergesine Başbakan adına cevap arz ediyorum. Dosyalarda mevcut malûmata göre: ‘Atatürk’ün ölümünden 14.5.1950 tarihine kadar mânevi varlığına 51, fotoğrafına 12, heykel ve büstlerine 4 olmak üzere 67 tecavüz hâdisesi tesbit olunmuştur. Bunlardan 20’si hakkında, veresesi tarafından şahsi dâva açıldığı için takibat yapılmamış, 16’sına delil bulunamadığı için takipsizlik kararı verilmiş, 9’u Türklükle beraber Atatürk’e de hakaret sebebiyle mahkûmiyetle neticelenmiş, 2’si Af Kanunundan faydalanarak âmme dâvası düşmüş, 28’i hakkındaki âdi takibat sonucu hakkında bir kayıt bulunamamış, 3 hâdise de adalete ‘hiç intikal etmemiştir. Bu tecavüzlerin 19’u sarhoşluk, 4’ü delilik sebebiyle icra edilmiş olup, diğerlerinin hangi sebep ve saikler altında yapıldığı tâyin olunamamıştır.

14 Mayıs 1950 tarihinden 1 Nisan 1951 tarihine kadar Atatürk’ün büst ve heykellerine 9, mânevi şahsiyetine 5 ve fotoğrafına 1 olmak “üzere ceman 15 tecavüz hâdisesi vuku bulmuştur. Bunların hepsi adalete intikal etmiştir. Son zamanlarda Atatürk’ün fotoğrafına ve mânevi varlığına yapılan tecavüzlerin sayısında bir artış olmayıp yalnız büst ve heykellerine vâki tecavüzler 14 Mayıs 1950 tarihinden bugüne kadar geçen bir seneye yakın devre içinde 9’u bulmuştur.”

Yılda bir ikiyi geçmedi, birden bire arttı 

Bakan devamla şöyle diyor: “Atatürk’ün hâli hayatında ve vefatından sonra büstlerine, heykel ve fotoğraflarına karşı yapılmış olan menfur tecavüzlerin uzun seneler hep aynı miktar ve kemiyette olduğunu ve bunların yılda bir ikiyi aşmadığı ve bâzı seneler hiç vuku bulmadığı görülmüş iken yakın zamanlarda, yani 5 – 6 ay gibi kısa bir devre içinde birdenbire artmış bulunmasının elbette bir sebebi bulunmak icabeder. Hâdiseleri münferiden tetkik ettiğimiz zaman her birinin kendine has sebep ve âmillerini görmek ve meselâ Kırşehir’deki vakıanın faili olan şahsın itirafında: Sarhoşluk saikasiyle, fiili yaptığını söylediği halde, Aydın’ın Dalama Köyündeki tahribin faili olan şahsın bir meczup olduğu anlaşılmaktadır.”

Sebebi ve faili belli saldırılar 

Komplonun verilerini İçişleri Bakanı şöyle veriyor: “Hâlbuki 1942 senesinden 1949 senesine kadar büst ve heykellerine hiçbir tecavüz vâki olmamışken, 1949 senesinde bir, 1950 senesinde bir ve 1951 senesinde ise yedi hâdiseye şahit oluyoruz. Bu birdenbire artış keyfiyetinin türlü şekildeki tezahürleri arasında otoriteyi zedeleyici teşebbüslerin teşhisini bulmak zor değildir. Memlekette bir huzursuzluk manzarası yaratmakta, hürriyet rejiminin hudutlarını anarşiye götürmek temayülünü besliyeceklerin tesiri olabileceği gibi, demokrasimizin normal şartlar altında inkişafını arzu etmiyen, bugünün ağır meseleleri arasında bütün dünyayı meşgul eden cereyanların tesirini düşünmek de icabeder.” (kisa.link/Mik1)

Koruma kanunu kimin ürünü? 

Koruma Kanunu olarak şöhretlenen 5816 sayılı “Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkındaki” Kanun teklifi TBMM’ye “Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkında Adalet Bakanlığınca hazırlanan ve Bakanlar Kurulunun 26.3.1951 tarihli toplantısında Yüksek Meclise sunulması kararlaştırılan kanun tasarısının gerekçesiyle birlikte sunulmuş olduğunu saygılarımla arz ederim” şeklinde gelse de dünyada bir benzeri olmayan bu kanun öncelikle mason İnönü’nün sonra ise mason Bayar’ın ortak ürünüdür.

Kanun gerekçesinde kayda geçen “resim, heykel, büst gibi Atatürk’ü temsil eden eşyayı veya Atatürk hakkındaki sair eserleri hakaret kasdiyle kıran, bozan, kirleten veya buna benzer tecavüzlerde bulunanlar hakkında aynı cezanın uygulanacağı tesbit olunmuş”tur ifadesiyle, İnönü tarafından kurdurulan sözde Ticânî tarikatı mensuplarının fiillerinin örtüşmesi calibi dikkattir!

Saldırıların İnönü tarafından planlanan bir komplo olduğunun en büyük delili ise, İçişleri Bakanı Halil Özyürük’ün 27 Nisan 1951’de TBMM Genel Kurulunda verdiği rakamlardır. CHP iktidarında yılda bir iki kez CHP’nin içkiye alıştırdığı sarhoşlarca yapılan saldırılar, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birden tırmanışa geçiyor. Saldırganların liderinin de CHP’nin milletvekili adayı olması başka söze hâcet bırakmıyor.

CHP’liler kanuna neden itiraz etti? 

Kanun tasarısı acilen gündeme alınarak 29.3.1951’de TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülür. Görüşmelerini tamamlayan Komisyon, 24.4.1951’de raporunu tamamlar. Müfit Erkuyumcu (DP-Balıkesir), Osman Şevki Çiçekdağ (DP-Ankara), Süleyman Sururi Nasuhoğlu (DP-Kütahya), Latif Aküzüm (CHP-Kars), Hüseyin Ortakçıoğlu (DP-Çorum), Abbas Ali Çetin (CHP-Kars) ve Mehmet Kâmil Boran (CHP-Mardin) muhalefet şerhi koyarlar. Muhaliflerin şerhi ise komisyon kararına şu şekilde girer: “Velev ki Atatürk dahi olsa bir şahsı korumak için böyle bir kanun çıkarmanın hukuk prensiplerine aykırı olacağını, böyle bir zaruret duyuluyorsa isim zikretmeden Türk Ceza Kanununun bu hususa mütedair maddelerinin cezai müeyyidelerinin ağırlaştırılması suretiyle değiştirilebileceğini ve Ceza Kanunundaki 516’ıncı maddenin 3’üncü bendinde yazılı âbide ve anıtları koruma hakkındaki hükümlerin bu maksadı temin edebileceğini ileri sürerek kanunun tümünün reddini istemişlerdir, Neticede kanunun tümü reye konmuş ve 7 redde karşı 9 oy ile kabule şayan olduğuna karar verilmiştir. Bundan sonra maddelerin müzakeresine geçilmiş ve Hükümet teklifinin aynen kabulü muvafık görülmüştür.”

Anayasaya aykırılığı bilinen tasarı, Anayasa Komisyonu yerine Adalet Komisyonuna sevk edilir. Genel Kanun Tasarısının 7.5.1951’de Genel Kurul’daki görüşmeleri sırasında ise bu durum itirazlara yol açar. Çorum Milletvekili Hüseyin Ortakçıoğlu ve iki arkadaşı özel bir koruma kanunu yerine Türk Ceza Kanununun 515’inci maddesine bir fıkra eklenmesine yönelik teklif verirler. Ardından Hüseyin Ortakçıoğlu (DP), Ahmet Başıbüyük (DP-Çorum), İlhan Dizdar (DP), Ramiz Eren (DP) tarafından TBMM Başkanlığına “Atatürk Kanununun müzakeresi sırasında, birçok kıymetli arkadaşlarımız tarafından bu kanunun Anayasanın 69’uncu maddesine aykırı olduğu ve “fert için imtiyaz” bahşeden kanunların çıkarılamayacağı pek haklı olarak ileri sürülmüştür. Bu sebeple tasarının bir kere de Anayasa Komisyonunda müzakere edilmesi için bu komisyona havale edilmesini arz ve teklif ederiz” diyerek kanunu engellemek isterler. “Anayasanın ruhuna aykırıdır” diyerek Bahadır Dülger (DP), Mehmet Nevher Yılmaz (DP), Cemal Kıpçak (DP) ve Mecdet Alkin (DP) de aynı yönde müstakil dilekçeler verirler. Tasarıyı Anayasaya aykırı bulan CHP’li Avni Doğan ise Adalet Komisyonuna iadesini talep eder. Talepler oylanınca tasarının Anayasa Komisyonu’na gönderilmesi kabul edilir.

Halide Edip Adıvar böyle isyan eder

Kanun tasarısının görüşülmesi sırasında söz alanlardan biri de Halide Edip Adıvar’dı ve özetle, haklı çıktığı net bir şekilde görülen şu konuşmayı yapar: “Bu heyecan, yani bu tasarıyı getirmeye sebep olan da Cumhuriyetin banisi olan Atatürk’e, çirkin ve hepimize çok kötü gelen iğrenç tecavüzler olmuştur. Bu tecavüzleri, emin olun arkadaşlar, (her sınıf halk arasında dolaşan bir vatandaş olarak söylüyorum) beş, on mütecaviz müstesna millet arasında takdir eden hiç kimse olmamıştır. Bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk’ü tarihten önceki, Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış, putlaştırılmış insanlar arasına koymak istiyen bir kanunla gelmek aleyhinde düşünen ve buna taraftar olmayan arkadaşlarınız vardır. Binaenaleyh bu milleti Atatürk yoktan varetmiş değildir, Atatürk bu milletin evlâdıdır. (Bravo sesleri). Fakat yine bazı arkadaşlarımız diyorlar ki, bunlar Anayasaya mâl olmuş inkılâplardır, Anayasanın ahkâmı içindedir. Binaenaleyh bunlar için ayrı kanun yapmaya lüzum yoktur. Bir taraf Anayasamızın ahkâmına giren inkılâpların muhafazası ve vikayesi için Ceza Kanununda kâfi müeyyide vardır, diyor. Bunlar kâfidir, diyor. Diğer taraf hiçbir müeyyide yokmuş gibi on sene hapis, ağır hapis cezasına kadar varan hükümler teklif etmektedirler. Mamafih 10 sene olduğu için değil, 20 sene olduğu için değil, tasarıda ifade edilmek istenen şeyin hiç vazıh olmaması, hepimizi heyecana, tereddüde ve şüpheye düşürmektedir. Çünkü inkılâpları koruyan açık bir ifade yoktur.

Müsaade ederseniz bu inkılâplara Cumhuriyet inkılâbı, Türk Milletinin inkılâpları diyeyim. Gerçi bunun son safhasını ve en yüksek şeklini Atatürk vermiştir. Fakat Atatürk de bu memleketin evlâdıdır, inkılâplar da bu milletin inkılâbıdır. İşte bu tasarıyı getirenler bu inkılâplara taarruz noktası üzerinde durmayarak, daha fazla bunu heykele hücum, şu suretle, bu suretle Atatürk mefhumuna karşı gelmiş insanlara karşı bir kanun gibi gösteriyorlar. Keza Kanundaki hükmü bir tarafa koyarak sadece heykel kırmak veya Cumhuriyetin banisi Atatürk’e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir Şark zihniyetinin mahsulü diye telâkki ederim. (Sağdan bravo sesleri) Atatürk’e bütün varlıklarıyla bağlı olan insanlar da buna aleyhtar görünüyorlar. Yani Atatürk’ü âdeta bir put haline sokmak, inkılâpları bir nevi müstahase haline getirmektir, diyecekler ve bu tenkid hürriyetine mâni olacak bizim ileriye doğru gitme hareketimize de engel olacaktır. Gerçi bu tenkit meselesinde Muhterem Başbakan son celsede bu varit değildir, tenkid her zaman hürdür, herkes istediği gibi tenkid edebilir dediler. Buna karşı da bâzı aksülâmeller oldu. Hepimiz Sayın Başbakanın sözünde duracağına ve söylediğine kalben inandığına emin bulunuyoruz. Fakat aziz arkadaşlar, insanlar ve bilhassa iktidar fânidir, elden ele geçer. Nasıl şahıs gelir, nasıl iktidar gelir, ne şekilde kanunlar çıkarır? Bunları bilmek imkânı yoktur. Ve bu arkadaşlara göre bu tasarıya rey vermek, demokrasi zihniyetinin ölümü demektir. (Sağdan, bravo sesleri). Bunun içindir ki, aziz arkadaşlarım, ben hissimle, heyecanımla bu tasarının, hattâ şiddetle geçmesini istemekle beraber, sükûn ve mantıkla, memleketin istikbali, fikir hürriyeti gibi birçok şeyler düşünürken, HAYIR diyorum.” (kisa.link/MhP2)

Mason Reisi’nden anayasa komisyonunda oyun 

Tasarı Anayasa Komisyonu’nda görüşülürken, komisyon üyeleri maddelerin Anayasanın tümüne aykırı olduğu noktasında beyanatta bulununca, 7’ye karşı 9 reyle tasarının komisyonda reddedileceğini anlayan, Mustafa Kemal ile ilgili “Tanrının Yollarında” adında şiir kitabı olan, aynı zamanda Masonların 1918 – 1921 yılları arasında büyük üstadlığını yapan ve DP’nin kurucuları arasında yer alan Komisyon Başkanı Fuat Hulusi Demirelli oyun oynar.

Anayasa Komisyonu başkanı iki üyenin oyunu geçersiz sayarak hazırlanan rapor, “cümlece malûm bir hakikattir ki, ihtiyaç halinde istisnai ve fevkalâde kanunlar da çıkarılabilir” cümlesiyle, “komisyonca kabul edilmiş” sayılarak tamamlanır. Oysa son oylamada 7’ye karşı 8 oyla reddedilmiştir. Belli ki tasarının kanunlaşması için İnönü ve Bayar gibi etkili yerlerden baskı ve emir vardır. Bu durum, Tekirdağ Milletvekili İsmail Hakkı Akyüz tarafından TBMM Kürsüsünden şöyle ifşa edilir: “Tasarının tümünün Anayasaya aykırı olup olmadığı cihetinin sarahaten reye konması icabederken böyle yapılmadı. Azalardan birinin yazılı bir takriri ile yalnız 69’uncu maddesine göre, Anayasaya aykırı olup olmadığı reye kondu. Ercüment Damalı oy yekûnundan çıkarılmış olsa bile yediye karşı sekiz rey ile ekseriyetin Anayasaya aykırılık kanaatinde olanlar da bulunduğu aşikâr olur. Bu mülâhazalarla raporun bir karar mahiyeti hukukiyesine haiz bulunmadığını ve muallel bulunduğunu ben ve arkadaşlarım adına arzedeyim. DP grubuna mensup biz 6 arkadaşın tasarının reye konulması ve rey toplanması tarzındaki kasti veya gayrikasdi bir usulsüzlük olduğuna ve binaenaleyh komisyon kararının, tasarının Anayasaya aykırı olduğu şeklinde tecelli etmiş bulunduğuna kani olduğumuz için bu raporu imzadan çekindik. Ve bu sebeple muhalefet şerhi de vermemiş bulunuyoruz.”

Tasarı görüşülürken hararetli tartışmalar yaşanır. “Hükümetin bu kanun tasarısı üzerinde ısrarının mânâsını anlamıyorum. Bence asıl Meclis’e karşı bu ısrar zihniyetinin bilhassa üzerinde durulmasının mecburiyetine kaniyim” diyen DP Giresun milletvekili Arif Hikmet Pamukoğlu, tasarının demokrasi, anayasa hukuku, ceza hukuku ve ahdî mevzuat bakımlarından hukuka aykırı olduğunu söyler.

DP Çankırı milletvekili Kazım Arar, “Atatürk’ün kapatılacak, gizlenecek, söylenmesinden tevakki edilecek bir tarafı mı vardı ki milletin ve matbuatın ağzını kapatalım. Arkadaşlar, Atatürk’ün inkılabı ve eserleri hakkında mevzuatımızda kafi derecede müeyyide vardır. Eğer kâfi gelmiyorsa artıralım fakat şahıslar hakkında kanun çıkarmayalım. Böyle bir usulü biz ihdas etmeyelim. Bence bu kanun Atatürk’ün lehinde değil bizzat aleyhinde bir kanundur” derken DP Konya Milletvekili Abdurrahman Fahri Ağaoğlu da hükümeti, “faşist bir memleketten aynen alınan ceza kanununu değiştireceğine daha da totaliter bir rejimi devam ettirmekle” suçlar. CHP Mardin Milletvekili Kamil Boran ise “Eğer bugün Türk vatanında Atatürk’ü sevmeyenler, Atatürk’ün bugünkü Türkiye’yi yaratan inkılaplarını benimsemeyenler varsa, Meclis ve Hükümet el ele vermeli, ceza tehdidiyle değil, kafalara ve gönüllere hitap ederek bu gibilere Atatürk’ü sevdirmeye ve inkılaplarını benimsetmeye sây etmelidir.”

‘Tenkit yasak değil’ yalanı 

Arif Hikmet Pamukoğlu’nun kendi hükümetinin tasarısına sert çıkışı, mason komisyon başkanı Fuat Hulusi Demirelli’nin kürsüde savunma yapmasına neden olur ve şu yalanları söyler: “Tasarı, esasında Anayasamızın 70’inci maddesinde iltizam olunan düşünce, söz ve yayım hürriyetlerine ve tarihçinin tenkid haklarına dokunuyor mu? Hayır. Hükümet namına da tenkid hakkının muhterem olduğu ve bundan dolayı kimsenin cezalandırılması akla bile gelemeyeceği açıkça ifade olunmuştur.”

Tasarının Meclis’ten geçmesi için Milletvekillerini iknaya dönük bu savunmanın gerçek olmadığını 68 yıllık tecrübe göstermiştir. Bu kanun arkasına sığınarak Kemalist kılığına giren mason dönmeler 1951’den bu yana en küçük eleştiriye tahammül edememiş, on binlerce kişinin ömürlerini hapishanelerde geçirmelerine yol açmışlardır. Hâlen de azgın bir şekilde bunu sürdürmektedirler.

Mason Başbakan’dan yeter çıkışı 

Emin Kalafat, A. Hamdi Başar, Mehmet Daim Süalp, Dr. Hüseyin Ülkü, Ferit Ecer, Hasan Fehmi Koray, Kemal Eren ve daha sonra Başbakanlık da yapacak olan mason Suat Hayri Ürgüplü konuşmaların bitirilerek kanunun bir an evvel çıkarılmasını ister. Rifta Sivişoğlu’nun “Kifayeti müzakerenin reddine ve müzakerenin devamına ihtiyaç vardır. Daha ziyade tenvire muhtacız” sözleri üzerine Başkan devreye girerek, lehte bile konuşmak isteyenlere söz vermez ve oylamaya geçilir. “Müzakereyi kâfi görenler… Görmeyenler… Müzakere kâfi görülmüştür” denilerek görüşmeler tamamlanır.

Bazı DP’liler muvaffak olamaz 

A. Ferit Alpiskender (DP-Diyarbakır), A. Hikmet Pamukoğlu (DP-Giresun) Abdullah Aytemiz (DP-Maraş), Halil Ayan (DP-Bursa), Avni Yurdabayrak (DP-Zonguldak), İ. Hakkı Akyüz (DP-Tekirdağ), Abdurrahman Boyacıgiller (DP-Zonguldak), Ahmet Kocabıyıkoğlu (DP-Balıkesir), Süleyman Kuranel (DP-Gaziantep), İbrahim Kirazoğlu (DP-Kayseri), Nurettin Ertürk (DP-Sivas), Zuhuri Danışman (DP-Bolu) ve Ali Rıza Kılıçkale (DP-Kayseri) tarafından Meclis Başkanlığına “Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkındaki kanun tasarısı ruhiyle ve lafzıyle Anayasaya aykırıdır. Bu cihetler Anayasa Komisyonunda tasarıya muhalif kalan azaların muhalefet şerhlerinde izah ettikleri gibi Anayasanın hürriyet, müsavat prensiplerini ihlâl etmekte tarihi tenkid ve fikir hürriyetini baltalamaktadır. Böylece Anayasaya, hukukî esaslara ve insan Hakları Beyannamesine aykırı olan işbu tasarının reddine; Büst ve heykellerin kırılmasını önliyecek ve vefat eden Cumhurreislerini tezyif ve tahkirden koruyacak daha şiddetli cezaları havi ve umumi hükümlere uygun olmak şartiyle Ceza Kanununda yapılacak tadilâtı muhtevi bir tasarı ile Hükümetin Meclise gelmekte muhtariyetine dair bir karar ittihaz buyurulması keyfiyetini Meclisin Yüksek tasvibine arz ve teklif eyleriz” şeklinde teklifte bulunurlarsa da tasarının oylanmasına mâni olamazlar.

Oylama başlıyor 

Başkan, “Kabul edenler beyaz, reddedenler kırmızı, çekimserler yeşil oy kullanacaklardır” diyerek oylamayı başlatır. Oylamada “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki kanun tasarısının Anayasaya aykırı olmadığına dair Anayasa Raporuna 288 arkadaş oy vermiştir. Kabul 232, red 50 ve çekimser 6’dır. Muamele tamamdır. Anayasa Komisyonunun tanzim etmiş olduğu rapor 232 oyla kabul edilmiştir” cümlesiyle müzakereler neticelenir. Nihai oylamaya ise 487 üyeden 288’i katılır. 232’si kabul ederken, 50’si reddeder. 6 milletvekili çekimser kalır. 179 mebus ise oylamaya katılmaz.

‘Millet aleyhine hükümler arttı’

Meclis’te söz alan DP Seyhan milletvekili Cezmi Türk, mason İnönü devrinin zulmünü şu cümlelerle özetler: “Aziz arkadaşlar, bu madde vesilesiyle arzedeyim ki; Atatürk’ün ölümünden sonra, bilhassa son 10 yıl zarfında, mevzuatımız gittikçe millet aleyhinde ağır hükümleri ihtiva edecek şekilde türlü tâdillere uğramıştır. Biz bu kanunları değiştirmemekle kalmayıp, aynı kötü yolda devam ederek, onları daha da ağırlaştırmakta devam edecek olursak kendi intihap hikmetimizin aleyhine hareket etmiş oluruz. Kanaatimce her ne maksatla olursa olun, milletimize vereceğimiz kanunlar, açık, sarih olmalı ve gittikçe ağır hükümleri ihtiva etmekten ziyade, daha müsamahalı hükümleri içine almalıdır. Hükümet diyor ki, “iki tarafı keskin olan şu neşter bunu tedavi edecektir.” Biz de diyoruz ki, bu çift yüzlü neşter, tedavi etmesi şöyle dursun birçoklarını yeniden yaralıyacak yahut hiç olmazsa yaralanıp istidadı gösterecektir. Atatürk’ün beşer olarak şahsi hayatında geçmiş olan her şeyi hâtıra diye alır ve mânevî varlığından birer unsur addedersek, ikiyüzlü usturayı ortaya atıyoruz demektir… Sözlerime son verirken, Hükümete bir serzenişte bulunacağım: Bu kanun ve madde aylarca evvel Meclise sevk edilmiş ve Meclisin temayülü de belli olmuşken, Hükümetin kendi görüşünde
ısrar ederek maddeyi aynen çıkarmaya çalışmasını Atatürk’ün hâtırasına karşı bir hürmetsizlik sayıyorum.”

Mason İnönü’nün cinayetlerinden bazıları 

– Lozan’da memleketi satmak
– Hilafetin ilgası için İngilizler ve Hasan Sabbah’ın torunları Ağa Hanlarla iş tutmak
– Mustafa Kemal’in öldürülmesinde rol almak.
– Kur’an-ı Kerim’i latin alfabesiyle yazdırmaya kalkışmak.
– Matta, Luka, Yuhanna, Markos İncilleri gibi Balçıoğlu Kur’an-ı,
Cemil Sait Kur’an-ı, Hacı Murat Kur’an-ı ve Necipoğlu Kur’an-ı diye
4 adet sözde Kur’an çalışması yaptırmak.
– İslâmî eserleri yıkmak veya satmak
– Mezarlıkları düzleyip kendi mülküne geçirmek
– Orduyu dinsiz masonlarla doldurmak
– Türkiye’yi 2. Dünya Savaşına sokmak istemek
– Menderes’e yönelik 1960 darbesini planlayıp yaptırmak
– Menderes ve arkadaşlarını astırmak
– Sahte tarikatlar kurmak…