Çok bilinmeyenli denklemlerin ülkesi Lübnan. Ülkenin etnik, dini ve siyasi demografisi, Arap toplumlarının yaşadığı sorunların neden çözülemediği ve kronikleştiği sorusuna kökten yanıt veriyor. Lübnan’daki sorunlar yumağının içinden çıkıp buradaki siyasete hakim olabilenler, tüm Ortadoğu’yu anlayıp, doğru analizler yapabilir.
Uluslararası İnsani Yardım Kuruluşu İHH’nın 2016 Kurban Bayramı çalışmaları için bir grup gönüllü ile 4 gün geçirdik Lübnan’da. Bir gazeteci için sayfalar dolusu bilgi ve tecrübeyi bu 4 günde edindim. Okuduğum Lübnan ile gördüğüm Lübnan arasındaki büyük çelişki ile yüzleştim önce. Sonra da Türkiye’ye ders olacak tecrübeleri irdeledim.
Diğer Arap ülkelerine göre ‘modernliği’ ve bir dönem güçlü olan ekonomisi ile Ortadoğu’nun İsviçre’si sayılan, başkenti Beyrut ise eğlence ile moda açısından Paris ile eşdeğer tutulan Lübnan, şimdi o görüntüsünden çok uzaklarda. 15 yıl boyunca süren iç savaş, Suriye’nin işgali, İsrail saldırıları, eski Başbakan Hariri’nin suikast sonucu öldürülmesi ve siyasi krizler, ülkeyi tam bir sorun yumağına dönüştürmüş. Lübnan, güç odakları tarafından Ortadoğu’nun çatışma laboratuvarına çevrilmiş adeta.
Kozmopolit yapısı gerçekten çok karışık fakat birbirinden aynı netlikte ayrılmış, ayrıştırılmış durumda. Mekânsal birlikteliğin içindeki devasa sosyolojik ayrılık, Lübnan’ın en istikrarlı ve çözülemeyen sorunu olan mülteciler sorununa katkı sağlamaktan öteye gidemiyor. Nüfusunun yarısına yakınını mültecilerin oluşturduğu ülke, sınırları itibari ile mülteci akınının tam ortasında kalmış durumda. Güneyinde işgal edilmiş Filistin toprakları ile sınır olan Lübnan’da Akdeniz kıyılarının dışındaki tüm yollar ise Suriye’ye çıkıyor. İlk olarak İsrail’in 1948’deki saldırıları ile kapılarını açan ülkede 400 binden fazla Filistinli yaşıyor. Suriye iç savaşından beri ülkeye sığınan Suriyeli mülteci sayısı ise 1 milyonu aşmış durumda.
Lübnan’ın mülteci sorununun çözülmesini istemeyen bir odağın olduğu herkesçe bilinen bir gerçeklik halini almış. Demografik yapıyı yani Şii, Sünni ve Hristiyan dengesini değiştireceği ve özellikle de Hristiyan nüfusu arka plana atacağı düşüncesi ile mülteciler topluma entegre edilmiyor. Sorun sadece entegrasyon değil elbette. Tüm dünyanın bildiği mülteci kamplarından olan Burj El Barajneh’da gördüklerim ve orada yaşayanlardan dinlediklerim, en temel insan hakları çizgilerinin burada nasıl aşıldığını tescilliyor.
Beyrut’un merkezine 4 kilometre uzaklıkta olan Burj El Barajneh kampı, 1,3 kilometre karelik bir alana sıkıştırılmış. Lüks yaşamın sürdüğü Beyrut’un ünlü eğlence merkezlerinden, plajlarından sadece 7-8 dakika uzaklıktaki bu kampta, 10 bin kişi gerçekten korkunç koşullarda yaşıyor. Kimliksiz olan ve resmiyette “yok” sayılan bu 10 bin insan, hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamıyor. Çocuklar okula gidip diploma alamıyorlar, gençler evlenemiyorlar. Çok büyük bir oranı hiç güneş görmeyen, barakadan ibaret evlerde yaşam mücadelesi verilen kampın sokaklarının en geniş olanı 1,5 metreyi geçmiyor. Elektrik ve su günde 4-5 saat süreyle veriliyor. Tam bir sefalet şehri…
Buraları gezerken ister istemez Türkiye’deki mülteciler geliyor akla. Misafir ettiğimiz 3 milyondan fazla Suriyelinin şartları elbette Lübnan’daki mülteciler ile kıyaslanamaz. Fakat geleceğe dair bir değerlendirme yapılacaksa, Lübnan bizler için ders çıkarılması gereken büyük bir sosyoloji ortaya koyuyor. Suriyeli mültecilerin Türkiye toplumuna hızlı ve doğru şekilde entegre edilmesine ve bu insanları hayatımızın birer parçası yapma girişimlerine hız verilmesi gerektiğini çok net görüyoruz bu örnekte. Çünkü mülteciler üzerinden bir ülkenin geleceği, ekonomisi ve siyasi istikrarı ile nasıl oynandığını en iyi Lübnan tecrübesi anlatıyor.
15 Temmuz’da iki kutlama yapılmış
Lübnan aynı zamanda bir Osmanlı bakiyesi. 1516’dan I. Dünya Savaşı sonuna kadar 400 yıl süreyle Osmanlı tarafından yönetilen ülkede nasıl bir Türkiye algısı olduğunu 15 Temmuz’da yaşananlar ile tahlil etmek de mümkün. Bize 4 gün boyunca mihmandarlık yapan Lübnanlı STK yöneticisi Ahmed’e 15 Temmuz’un ülkede nasıl yankılandığını sordum. Anlattıklarını aynen aktarıyorum: “Darbe yapıldığını saat 23’e doğru öğrendik. İnsanlar kafeteryalarda TRT kanalını izliyordu. Bir süre sonra sokaklarda tatlı dağıtılmaya başlandı. Erdoğan karşıtı ve Esed yanlısı Şii’ler darbeyi kutluyordu. Erdoğan’ın gitmesine seviniyorlardı. Sonra sabaha doğru Türkiye’den iyi haberler almaya başladık. Bu sefer Erdoğan yanlıları sokaklara çıkmaya başladı. Erdoğan’ın konuşması burada tekbirler ile karşılandı. Siz Türkiye’de sokağa çıktınız biz de çıktık. Şükürler olsun darbe püskürtüldü ve bu sefer tatlıyı darbe karşıtları dağıttı. Sabah namazını sokaklarda cemaat halinde kıldık. Şükür namazları da kılındı. O gece iki kere tatlı dağıtıldı, her seferinde yiyenler ise Hristiyanlar oldu.”
Yardımların nereye gittiğini görmek
Türkiye bu bayram da dünyanın yoksulları ve mazlumları için seferber oldu. Tüm STK’lar 500 binden fazla kurban hissesi toplayıp ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı. Biz de bir görevli, 7 gönüllü olarak İHH ile Lübnan’a gittik. Gönüllü olmak ne kadar büyük bir sorumlulukmuş burada gördüm. Türkiye’nin her yerinden gelen gönüllülerin özverisini, bir boğazdan daha kurban eti geçsin, bir çocuk daha karnı tok uyusun telaşını tarif etmek mümkün değil. Bedeli olmayacak bir gayretti gördüklerim. Sadece İHH değil, Kızılay’ımız, Diyanet Vakfı, Deniz Feneri, Can Suyu ve Sadaka Taşı da vardı Lübnan’da. Tümü Türkiye’den gelmiş, çoluğunu çocuğunu bayramda yalnız bırakmıştı. Allah hepsinden razı olsun. Fakat en önemlisi, yardımların, o kutlu emanetlerin ulaştığı insanları bizzat görmek ve küçük bir meblağın neleri değiştirdiğine şahit olmaktı. Bu tam bir yüzleşme sağlıyor insana. Hani şu teneke kumbaralar var ya, onlara atılan 1 TL’lerin başka coğrafyalarda neleri değiştirdiğine bizzat şahit oldum. Allah merhametimize merhamet katsın…