Bazı tablolara, kimileyin fotoğraflara bakarsınız. İçlerinde nice ayrıntı barındırsa bile sonuçta ustalıkla tayin edilmiş meramını incelikli bir tarzda ifade eder eser sahibi ve köşesine çekilir. Şöyle bir bakarsınız siz de, bilgi birikiminiz doğrultusunda ve dağarcığınız ebadınca alacaklarınızı alır, sıradaki tabloya geçersiniz. Yahut fotoğrafa.
Ne ki kimi tablolar vardır, karşısına geçtiğiniz ânda donanımınızdan ve dağarcığınızdan bağımsız olarak, dahası içeriğiyle bile birinci derecede ilişkilendirilemeyecek bir tarzda, barındırdığı kimi istisnailikler yüzünden çarpar sizi; donakalırsınız. Ve sıradaki tabloya hızla geçme seçeneğini yitirirsiniz. Orada kalmak, o tabloya bakmak, hatta tablonun size bakmasına izin vermek durumunda kalırsınız.
Nadiren yaşanır bu.
Anlatılanın sıradışılığı, anlatımın sıradışılığıyla yarışır. Ayrıntılar, ancak modern zihinde görülebilecek çelişik, çetrefilli ama aynı zamanda insanın trajik varlıklığına işaret eder niteliktedir.
İşte o tür tablolarla aynı soydan gelmekte Oda-Gizli Dünya/Room adlı film.
Gizli Dünya’nın açık ettikleri
Ülkemizde hem Frenkçe adının birebir karşılığıyla, hem de isabetli bir yeniden adlandırmayla Gizli Dünya diye çevrilen film, o her gün karşımıza çıkmayacak ana temasından çok daha fazla, barındırdığı ince elenip sık dokunmuş şaşırtıcı ayrıntılarıyla dikkat çekmesi zorunlu bir film. Senarist ve yönetmen ve elbette onların kasıtlarını mükemmelen anlayarak canlandıran iki ana oyuncu, kaçırılarak bir odaya hapsedilen bir kadının hissiyatını ve ruhiyatını, aklın kabul sınırlarını zorlayacak son derece titiz incelikler düzeyinde içselleştirebilmeyi başarmış. O yüzden film daha başlar başlamaz görülen yakın çekimler, o çekimlerdeki açılar, yakalanan handiyse hastalık düzeyindeki ayrıntılar size o sanatta en az bulunanla, bir ‘başka’yla karşı karşıya geldiğinizi söyler.
O küçücük mekân, barındırdığı her ama her ayrıntıyla, milyonlarca dakikadır ona bakan, baktıkça hastalanan, hastalığı arttıkça çaresizce aynı ayrıntılara dalarak iyileşmekten medet uman bir zihnin imbiğinden binlerce kez geçmenin izlerini barındırmakta.
Kaçıran erkek, kaçırılan kadın ve hapis-çocuk… Hangi insandan yana tavır alacağınız belli. Ama hangisidir insan? Bir kadını bir odaya hapsederek orada gizli bir dünya inşa etmesine zemin hazırlayan merhamet mahrumu zihin sahibi mi yoksa böyle bir hikâyeyi düşleyerek bizi o en büyük meçhule, insana yeniden bakmayı sağlayan zihin sahibi mi?
Bir oda, bir gizli dünya kurmaya yeterli midir; küçücük bir oda? Yepyeni bir dünya inşa edeceksiniz bu odada ama dünyadan kopuk bir biçimdeyken. Ve içinde yaşadığınız dünyayı, o hakiki dünyadan koparmak gibi bir gaye taşımadan üstelik. Mezarı andırır bu odada, ölüme yakın bir hayatı zorla yaşamaya mahkûm edilmek. Ve yanıbaşınızda beş yaşında bir çocuk. Yalnızlık içinde katmerleşen yalnızlık. Çaresizliğin üstüne abanan mukayyetsiz çaresizlik.
Çocuk dünyayı değiştirir
Şapkanız önünüzde mi? Ancak öyle devam edebiliriz çünkü.
Gecenin yarısı, annesi tarafından uyutulmaya çalışılan bir çocuğun görüntüsüyle açılır film. Ve çocuğun dilinden ve onun gözüyle girilir filme. Dünyanın merkezindedir çocuk. Annesinin hayatını tam ortadan ikiye bölmüştür: Kendisinden önce, kendisinden sonra.
Hâlbuki başkadır kadının milâdı: Elbette filmin zihin düzeyine uygun bir biçimde bize canavarlaştırılmadan takdim edilen olgun yaştaki bir erkek tarafından kaçırılarak kutumsu bir odaya hapsedilmesi .Ve yıllar boyunca süren tecavüz… Ve mukadderat: çocuk.
Tek başına doğurur çocuğunu elbette. Anne de kendisidir, ebe de.
Bir yönüyle azalır kadının çilesi… Yapayalnız değildir kadın artık. Başka bir yönüyle artar: annedir artık. İçine itildiği bu insanlık dışı durumda bile insanlığını korumak zorunda; annedir çünkü.
Modern insan, anlatılan senin hikâyen
Ve beş yaşına gelir çocuk. Dış dünyadan habersiz. Ana rahmini andırır bu odada, hayatı taklit eden bir hayatla. Bir kızınki gibi ve kadar büyümüş saçlarıyla kızı andırır bu erkek çocuğu, hem lütuftur anneye hem de onu bu zindana bağlayan en güçlü pranga.
Elbette beklenen evre: depresyon. Bu sıradışı mahkûmiyetin, bu bitimsiz tecavüzün ve bu sonsuz hapsin doğurduğu akıl, zihin ve his bozuklukları. Ve beherinin üzerine tüy diken annelik. Yarı insan, yarı anne, yarı hasta bir kişilik: kısaca modern insan.
İnsanı hissetmek, nasipse anlamak için şaşırtıcı ipuçlarıyla karşılaşırız filmde. O birbirinin aynı günleri sabırla devirip sonrakine uyanmak. Biteviye yeknesaklığın tahribatına tahayyülle direnmek. Bir biçimde hayatta kalmayı başarmak.
Bu birbirinin tıpkısının aynısı günlerin bazılarındaki tek farklı şey, 17 yıldır devam eden rutinin vakti gelince tekraren yaşanması: tecavüz.
Yeni bir hayatın inşası
Gizli Dünya’da insanın her kaydü şarta direnebilme, tutunabilecek bir tutamak arama, yoksa inşa etme, mümkün değilse hayal etme kudretine tanıklık deneyimi dudaklarınızı uçuklatabilir.
Anne, kendisinin de yıllar boyunca denediği ve kısmen başardığı bir şeyi öğretmiştir çocuğuna: Bastırabilirsen acı yoktur. Yoksaydığın yokolur. Kendisi diş ağrısıyla aynı yöntemle başetmekte zaten.
Yahut edebiyattan, Monte Kristo Kontu’ndan ilhamla devşirilen umut ışığı arama gayreti. Bir gün hapisten kaçıp kurtulma ve kendisini hapsedenden intikam alma hayali üzerinden devşirilmeye çalışılan suni umut kırıntıları.
Kadının bu kaçma hayali, bir gün bütün bu rezilliklerden kurtularak yeni ve daha iyi bir hayata başlama umudu, aslında modern insanın tümü için geçerli sayılabilecek içinde yaşanılan, yaşamak durumunda bırakılan bu hayattan kurtulma arzusu değil mi aslında? İçimizdeki varlığını bazen kabullendiğimiz; o da kısmen.
Çocuğun gözüyle dünya
Çocuk gerçek dünyayı sanallık aracılığıyla tanımakta; televizyon üzerinden. Aslında televizyon barındıran her evdeki gibi.
Ve belki de en kolay gözden kaçabilecek husus: Çocuğun baba ile ilişkisi, baba algısı. Kendisiyle tanışmamış, -Çünkü ‘baba’, belki daha iyi bir ifadeyle genetik baba geldiğinde çocuk, aynı zamanda yatağı durumundaki dolaba gizlenmek zorundadır.- varlığından haberdar ama yaşını bile bilmeyen, kendisini önemsemeyen, hatta yoksayan tavıra rağmen çocuğun babasının gözüne girme, varolduğunu ona göstermek için sergilemek zorunda kaldığı faydasız gayreti…
Çocuğun gözünde iki dünya vardır: Oda, odadaki eşyalar; odanın gerçekliği yani. Ve televizyonun gösterdiği dünya; televizyon gerçekliği. Televizyonda gördükleri de gerçektir onun zihin dünyasına göre ama odadaki gerçeklikten başka bir tarzda. Var ama yok. Yok ama vara yakın. Evet, Platon ve idealar alemine bir selâm.
Çocuğa göre baba da yarı-gerçek bir varlıktır. Zaman zaman odada tecelli eden, o açıdan sanki gerçek. Ama tıpkı televizyon gerçekliği gibi üçboyutsuz; dokunulamaz, ulaşılamaz bir varlık.
Evlerine/o küçücük odalarına giren bir fareyi annesi bir eşya fırlatarak öldürmeye kalktığında çocuğun kurduğu cümle: “O yaşayan bir şeydi; gerçekti.” Çünkü fare, kendisi ve annesi dışında çocuğun tanıdığı, kendi dünyasına giren ilk farklı bir gerçekti.
Hayat ve dışarıdaki hayat
İncelikli ayrıntılar demişken… Birkaç tadımlık vermek şart:
– Zaman zaman, dışarıdaki insanlar duyar umuduyla düzenlenen çığlık atma seansları.
– Tecavüzcü ile anne arasındaki diyalogların, tuhaf bir biçimde her evde rastlanılası karı-koca konuşmalarını fena hâlde andırması.
– Gizli dünyayı ancak canı istediğinde ziyaret eden erkek ile kadın arasındaki ilişkinin, tuhaf bir biçimde, örneğin bir denizci ile karısının birlikteliğini çağrıştırması.
– Çalışan erkek-ev kadını tezadının tuhaf bir yeniden yorumu.
– Bu tuhaf gerçeklik tasnifinde gayet makul bir çocuk sorusu meselâ: Uyuyunca nereye gideriz?
Ve en az birinci bölüm denli insanı anlama bakımından şaşırtıcı ayrıntılarla bezeli, kaçış sonrasında hayata tutunma, yaşanılanları unutma gayretiyle yeni bir hayat kurma çabası… Yaşanması mecburi zorluklar… Kısaca, mağaradan çıkış sonrası gerçeklik algısı.
İçindeki kendine bakmak
Emma Donoghue imzalı bir roman uyarlaması film. Evet, çoksatan bir roman bu. Sinemadaki bu başarısını hesaba kattığımızda başka türlüsünü bekleyemezdik zaten. Aynı imzaya senaryoda da rastlıyoruz. Anne rolündeki Brie Larson’a Oscar kazandıran filmin yönetmeni Lenny Abrahamson.
Uzun yıllar gelmez böyle bir film daha. O en meşhur meçhulü, insanı, insan ruhunun dehlizlerindeki o en mutena dolambaçları ve gizli odaları farketmemiz için gözümüze bu şiddette ışık tutacak kudret nadirattan çünkü.
Kadını bunca yüceltmesine rağmen hem de. Doğru yerden tutuyor meselesini sonuçta. Sonuçta insanın içinde yaşadığı dünyanın içinde bizzat ürettiği iç dünyadan haber veren kaç ürünle karşılaştık ki!
Bu tür filmleri benzerlerinden farklı kılan husus, öne sürdükleri ve birçoklarının gözünü alalayan görünür hikâyelerinin içindeki gizli meramları.
Aslında Gizli Dünya’da tasvir edilen hayat, metropolde yaşayan her insanın, ancak hissedebilirse farkına varabileceği bir hakikati fısıldamakta: Yaşadığın hayat kutu gibi bir ev hayalinin hakikati. Yaşantın, hayatın minimal bir prototipinden başka nedir ki!
Bütün bunları yoksayarak filme bir evlilik parodisi diye bakmak da kabil. Üstelik bu iki farklı bakış açısından biri öbürünü nakzetmeden. Derin bir yapım çünkü Gizli Dünyalar. Yahut şöyle bir göz atıp geçersiniz.
Siz bilirsiniz.
…
Zweig’in gözünde Rilke
Pek az ortağı vardır Stefan Zweig’ın ülkemizdeki tecellisi bakımından. Önemli eserlerinin çoğu dilimize çevrilen yazar, ülkemizde daha çok biyografi yazarı diye tanınmakta: Kendileri ile Savaşanlar, Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar ve elbette Yıldızın Parladığı Ânlar. Yaşanmış hayatları hayalgücü tarafından kurgulanmış yaşantılar kadar dramatik çatışma kıvamında anlatabilmek. İşte Zweig bu.
Biyografinin piri Zweig’ın hayranlığını gizlemediği vatandaşı Rilke hakkında iki konuşması var. İlki şairin ölümünden iki ay sonra, ikincisi ölümünün 10. yıldönümünde.
Bu iki konuşma Sezer Duru tarafından çevrildi ve Rilke’ye Veda adıyla Edebi Şeyler tarafından yayınlandı. Üstelik yaklaşık 40 sayfalık bir Rilke albümü ve şairin kronolojisi eşliğinde.
Dünyanın en iyi biyografi yazarı, eleştirmen kimliğini de kuşanarak Türkiye’de en çok sevilen şairlerden Rainer Maria Rilke üzerine konuşmuşsa bu eser meraklısının ilgisini hak eder.