Kutsal geyik ölür mü hiç?

Karı-koca doktor bir aile. İki çocukları var; biri kız, öteki erkek. Önce kız vardı.

Adam kalp cerrahı, kadın göz doktoru. İkisi de mesleğinin hakkını veren kişiler. O yüzden de şehrin en lüks semtinde bir kâşânede yaşamaktalar; krallara lâyık bir hayatla.

Bu mükemmel hayatın ufak-tefek pürüzleri keskin gözlerin dikkatinden kaçmıyor elbette. Kadının aile üzerindeki tahakkümü… Çocukların itaat kılığında görünen ama aslen derinlerde seyreden isyan tavrı… Erkeğin kendi gücünü yok sayarak kadına tam teslimiyet görüntüsü filân.

Özetlemek gerekirse, Ziya Gökalp’in ünlü çocuk şiirinde sözünü ettiği tarzda bir ala geyiğin sırtına binerek kızıl elmaya kavuşmuşlar handiyse.

Farkını hemencik dayatan bir müziğe eşlik eden zifiri bir karanlığın ardından sahneyi dolduran canlı bir kalbin ameliyat esnasındaki atışına tanıklık etmek gibi sıra dışı bir açılışın sonundan gelen sıradan bir modern aile hikâyesi…

Aile fertlerinin gündelik yaşantıları, ev hâlleri, çağdaş iş dünyası atmosferi içerisinde insanın bencil doğasının nezaketle örtülmesinin kesitleri…

Yaşayan en büyük yönetmenlerden biri sayılması şart Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un Kutsal Geyiğin Ölümü/The Killing of Sacred Deer adlı yeni filmi, Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanan, yönetmenin bir önceki filminde de oynattığı Corin Farrel ile Nicole Kidman’ın sırtında ilerleyen bir yapım. Filmin senaryosunu yönetmenin kendisi ile Efthymis Filippou kaleme almış. Tipik insan hissinin olağan algı aşamasının hayli dışında ama filmin katastrofobik dünyasına, yani insan ruhunun karanlığının gün yüzü görmemiş küfünü yansıtma beklentisine cuk oturan atmosferdeki müzikler ise Johnie Burn, Sarah Giles ve Nick Payne imzalı. Istakoz’da da birlikte çalıştıkları Thimios Bakatakis, bu filmin de görüntülerinden sorumlu.

Kader Ağlarını Örüyor

Başlangıçta niteliğini öğrenemediğimiz garip bir ilişkisi var babanın. Şehrin farklı yerlerinde, farklı saatlerde buluştuğu bir yeniyetme. Her görüşmeye illâ ki geç kalan bu çocuk kimdir? Babanın gizli bir çocuğu mu? Plâtonik sevgilisi mi? İlk ânda babayı önemsemeyenmiş gibi görünen bu tavır, film ilerledikçe yavaş yavaş yumuşak bir kuşatmaya dönüşür; sinsi bir tehdide. Ve nihayetinde, babanın hastanesinin kantinindeki sahneyle birlikte, hem baba için, hem de aile için dünya hayatı biter; cehennem hayatı başlar. Bitimsizmiş gibi duran.

Meğer yeniyetme, yıllar önce doktorun, belki bir miktar da sarhoşluğunun katkısıyla bir ameliyat sırasında masada kalan hastasının oğlu değil miymiş? Yıllardır bir baba şefkatiyle ilgilendiğini zannettiği bir nevi evlâtlığı, vakti saati geldiğinde babadan intikamını almak üzere ağlarını örmekteymiş; kader yerine.

Filmin ilk üçte biri, Lanthimos’dan beklenmeyecek bir yavanlıkta geçiyor. Fırtına öncesi sessizlikmiş bu hâlbuki. İşte bu kantin sahnesiyle birlikte perde yavaş yavaş kalkıyor ve biz, içinde bir ân bile durmaya tahammül edemeyeceğimiz o dehlize itiliyoruz: İnsanın karanlık tutkularının, şehvetinin, yaşama arzusunun, adalet duygusunun, kısas anlayışının, öldürme şehvetinin, tanrılaşma saplantısının, ötekini küçültme üzerinden büyüme takıntısının, bencilliğinin doğurduğu fedakârlığının; kısaca onu sefilliğin çukuru ile şerefin zirvesi arasındaki yelpazedeki sayısız duraklardan birine mahkûm bırakan çıkışsız dolambaçlarına.

Ve bütün olup bitenler, teshir kokan bir telkine hemencik teslim olmak zorunda kalmış çağdaş tanrıcıkların dünyasında seyrediyor; tıp âleminde.

 Sefaletinizle Yüzleşmeye Hazır mısınız?

Aileye dışarıdan giren bu kibar görünümlü küstah yeniyetme gerçekte kimdir? Ve neyi temsil etmektedir? Babanın alt benini mi? Yoksa insan dışı bir varlığı mı? Film ilerledikçe pozitivizm ile okültizmin, akılcılık ile akıldışının, fizik dünya ile fizikötesinin sürekli çatıştığını görmekteyiz. Mükemmel cerrah elleriyle can veren baba ve karşısında, babadan kendi seçtiği bir can isteyen, kudretinden sual olunamaz başka bir varlık. Tanrı mı? Şeytan mı? Yoksa daha fenası mı? Şeytan-tanrı! Katolik inancın ürettiği kültürden gelme ama hem kiliseyi, hem kiliseyi alt eden bilimi, hem de o bilimin ürettiği moderniteyi aynı oranda topa tutan yönetmen, izleyicisi üzerinde etkisi uzun süre kalacak bir eser koymuş ortaya.

Peki, bu film izlenmeli mi? Asla! Bence yasaklanmalı hatta. Çünkü ne yazık ki sinema, doğası gereği herkese seslenen bir yapıda. Fakat Kutsal Geyiğin Ölümü adlı bu film ise kendi muhatabını neredeyse seçiyor. Başka bir ifadeyle film, edebiyattan, felsefeden, sanattan ve ilâhiyattan anlayan herkesin mutlaka kayıtsız kalmaması gereken bir ayrıcalıkta. Ama dikkatinizi çekerim, anladığını sananların değil. O yüzden de izleyicisinden yüksek bir kavrayış bekleyen bir yapımla karşı karşıya kalmaya hazırsanız ancak filmi izlemeniz için merakınıza müsaade edin derim.

Çünkü bütün izleme alışkanlıklarınızı unutmanızı mecbur kıldıktan sonra sırlarını fısıldamayı tercih eden, Kaşıkçı Elması çapında bir hazine karşımızdaki. O yüzden Cannes’daki gösterimi sırasında yuhalanması önemli. Gelgelelim bizde hiç de böyle bir şeyin olmayacağını söylemek, bir öngörü sayılmasa gerek. Malûm, bir eseri yuhalamak için de anlamak gerek; kısmen dahi olsa anlar gibileşmek, en azından.

Nefsin Hileleri

Çünkü film, çok az sanat eserinin ve ancak pek az filmin yapabileceği bir şeyi, yüksek bir etkileyicilik halesiyle kuşanmış bir tarzda başarıyor: İnsana kendini, olanca vasıflarıyla sorgulatma!

Böyle bir sorgu, kuşkusuz herkesin dayanabileceği bir iş değil. Bilgi, görgü, mevki, makam, sıfat, para, kuvvet, kudret… Hiçbirisinin geçer akçe kıymetinin kalmadığı bir makamdan söz ediyoruz çünkü. Nasıl mı? Bir babanın, ailesinin geri kalanını kurtarmak için içlerinden birini kendi rızasıyla kurban etmeye mecbur kalması meselesi, öyle her yüreğin katılığa bürüneceği bir sorgu sayılabilir mi? Yahut tam da bu durumda babanın, kafasını tamamen örten simsiyah bir bere geçirdikten sonra aile fertlerini topladığı salonda, kendi etrafında hızla dönerek, bir çeşit Rus ruleti oynayarak yani, içlerinden birini öldürmesi, nasıl bir anlam teşkil eder acaba hazırlıksız birine? Üstelik bir de, babanın bu oyunu oynamadan, kimi kurban edeceğini çoktan seçtiğini sezinleyebilmişseniz.

Ah şu insanoğlunun nefsinin o bitimsiz hileleri yok mu?

Öte yandan, çok da telâş etmeyin. İlâhiyle bitiyor film çünkü; teslimiyetle. İnsanın yegâne kurtuluşuyla.

Bu arada, kutsal geyik neydi sahi?

Not: Geçen hafta verdiğim evlilik meselesine devam sözümü Lanthimos balla kesti. Elbette devam.