Kraliçenin gözleri

Dilimizin en güzel kelimelerinin savaş sebebi sayıldığı günlerde öğrenciydim. Bir hocamız sınav kâğıdında “cevaplar” kelimesini görünce on puan kırmıştı. Sınıfça “cevaplar” yazmaya devam ettik. Her sınavda on puan kırılmasını önemsemedik. İhtilalden sonraki günleri yaşıyorduk. Yıllar geçtikçe bu türden kısır çatışmaların biteceğini zannediyordum, bitmedi. Eğitim bürokrasisinde en yüksek makamları işgal edenlerin “Türkçe bilim dili değildir” sözüne dahi muhatap olduk. Türk Edebiyatı ve Tarih dersi öğretmenlerinin Osmanlı Türkçesi için “Esperanto dili” ifadelerini kullandığı bir eğitim sistemine sahibiz.
Alev Alatlı’nın eğitimin herhangi bir yabancı dilde yapılmasının yanlışlığı ve sakıncalarına dair görüşleri yeniden basına yansıdı. Alatlı, eğitim dili Türkçe olmalıdır, diyor. Bu konuşmalarında elbette öğrencilere yabancı dil öğretiminin öneminden de bahsediyor, hatta bu konuda yeni bir sistem arayışını gündeme getiriyor. Yabancı dil öğretiminin çok önemli olduğunu söylüyor. Zaten yabancı dilin önemi hakkında aksi istikamette görüşe sahip olmak mümkün değil, ama ne yazık ki ana dilde eğitimin önemini anlatabilmek için yabancı dil öğretiminin önemini vurgulamak mecburiyetinde kalması, yabancılaştırıcı ve ötekileştirici bir siyasî, kültürel ortama hapsolduğumuzun delilidir. Eğer yabancı dil öğretiminin öneminden bahsetmeseydi çoğu kimse Alev Alatlı’nın ana dilde eğitim hakkındaki görüşlerini kasıtlı bir şekilde yanlış yorumlayacaktı.
Alatlı’nın görüşleri vesile kılınarak konu güçlü bir şekilde tartışmaya açılabilirdi. Fakat birçok konuda olduğu gibi eğitim dilinin Türkçe olması ve yabancı dil öğretimi gibi son derece önemli bir konu hak ettiği ölçüde tartışılmadı, hâlbuki bu, bizim için yüzyılların meselesidir. Üstelik Alatlı’nın basına yansıyan konuşmalarının içeriğini sadece bu iki konu ile sınırlandırmak haksızlık olur. Genel manada eğitim sorunlarımıza dair başka meseleler de gündeme geldi. Ana dilde eğitim, yabancı dil öğretimi ve yabancı dilde eğitim bizim için yüz yılların meselesidir.
On dokuzuncu yüz yılın ortalarında eğitimde ana dili ve ana dilde okuma yazma öğretimi meselesine ciddî ölçüde kafa yorulmuştu. Çok önemli mesafeler kat ettik fakat sonraki yıllarda yabancı okullarda uygulanan eğitim sistemi yeni bir sorunu önümüze getirdi. Bu sefer Batı dillerinde eğitim karşımıza çıktı. Türk çocukları Fransız, Amerikan, Alman okullarında yabancı dilde eğitim alıyor ve mezun olduktan sonra farklı alanlarda toplumun en üst katmanlarında ayrıcalıklı bir statüye ulaşıyorlardı. Yabancı dil, ayrıcalıklı statü kazanmak için en önemli araç hâline geldi. İki asra varan bir zamandır bu meseleyle birlikte yaşıyoruz. Bir çözüme ulaşamadığımız aşikâr. Hâlâ Türkiye’de Batı dillerinden birini bilmek, ayrıcalıklı bir statü elde etmek için iyi bir araçtır. Oysa yabancı bir dili bilmek araçtır ama statüden başka şeyler için.
Yabancı bir dilin eğitim dili olduğu ülkelerde ana dil kendi gücünü kaybeder. Bu güç kaybı zamanla farklı toplum tabakaları arasında yabancılaşmaya yol açar. Bilgi çok dar toplum kesimleri arasında dolaşımda kalır. Yabancı dil öğrenme şansı olmayan geniş toplum kesimleriyle elitler arasındaki uçurum gittikçe derinleşir. Bu da bilginin yeniden üretimi için sınırlayıcı bir bariyer oluşturur. Hatta bilgi üretim süreci, dilin öz kaynakları ile ilişkisini kopardıkça yabancı dil karşısında edilgen bir zihin yapısı hâkimiyet kurar. Bilgi üretiminde ana dil kullanılmadığı için o dilin imkânları unutulur ve fasit bir daire oluşur. Kültürel kopuş hızlanır, köksüzlük duygusu yaygınlaşır ve öz güven duygusu gerçeklikle ilişkisini koparır.
Yabancı dilin kaynaklarını kullanmaya alışanlar, muhakkak ana dilin zengin çağrışımlarından, mirasından mahrum yaşarlar bunun yanında dâhil oldukları dilin çağrışımlarından ve mirasından da sınırlı ölçüde yararlanabilirler. Yeni dile kültürel aidiyet sorunu çok önemlidir. Fakat bu, ileri düzeyde bir meseledir, kopuştan sonra yaşanılan bir dâhil olamama sorunudur. Dilin öz kaynaklarıyla sınırlı düzeyde ilişkiye sahip olan kişiler zamanla dâhil oldukları ve imkânlarını kullandıkları dilin gözleriyle bakmaya alışırlar. Buna yabancılaşma da diyebiliriz. Yeni durumda onların gözleri kendi gözleri değildir artık. O gözler ya kraliçenin gözleridir ya da başkanın. Ama muhakkak kendi tarihinden, coğrafyasından, kültüründen ve insanından kopuş yaşanmıştır. Bu sürecin etkisi güçlü olduğu için kendi etki alanını da yaratmaya başlar. Başkalarına nüfuz eder. Sadece dolar krizi ekseninde yapılan tartışmalar bile söylediklerimizin anlaşılması açısından yeterli bir örnektir.
Daha önceki yıllarda bu sorunların çok dar bir çevreye ya da belirli fikrî gruplara ait olduğunu zannederdik. Zaman ve olaylar bizlere, sarsıcı bir şekilde, yanıldığımızı gösterdi. “Bizim” dediğimiz insanların da yabancılaştığını gördük. Eğitime sarf ettiğimiz paralar Amerikan kurşunu olarak döndü. Onların sadece bir cemaatten ibaret olmadıklarını bilmek zorundayız.
Yukarıda söylediğimiz gibi biz bu tartışmaları on dokuzuncu yüz yılda yaşamış ve önemli ölçüde çözüme ulaşmıştık. Usul-i cedid eğitim ana dilde eğitim, ana dilde okuma yazma öğretimi ve yabancı dil öğretiminden başka bir şey değildir. Bu kadar büyük tecrübeler bir iki günde oluşmaz. Onları yok saymamız bize çok şey kaybettirir. Bu vesile ile Kırımlı büyük mütefekkir İsmail Gaspıralı’yı rahmet ve minnetle anmak istiyorum. 1883’te yayımlamaya başladığı Tercüman gazetesi ve aynı yılda açtığı usul-i cedid okullarla Rusya Türklerinin ölümden sonraki yeniden doğuşunda öncü oldu. Bu, bir insan ömrünün kısa zamanı için oldukça büyük sayılabilecek bir başarıdır.