Üniversite öğrencisi olduğumuz 1980’lerin ikinci yarısında en azından yakın çevremdeki arkadaşlar için okumak ve öğrenmek her şeyden daha önemliydi. Çok geniş bir coğrafyadan farklı kitaplar Türkçeye kazandırılıyor, hararetle okuyorduk. Okuduğumuz her bir eser, yeni yazar ve kitapları tanımamızı sağlıyordu. Örneğin Ali Şeriati ve Edward Said’i Cemil Meriç’ten öğrendim. Müthiş bir açlıkla okuduğumuz günlerde seçtiğimiz kitaplar başkaları için sorunluydu. Okuma konusundaki bu açlık bazıları için dinî olandan uzaklaşma, bazıları için istikamet sahibi olmama, bazıları için kozmopolitizm, bazıları içinse en hafifinden boş bir çaba anlamına geliyordu.
Ali Şeriati’nin kitaplarını okuduğum günlerdi. Ege Üniversitesi’nin bir kantininde masamda yine bir Ali Şeriati kitabı olduğu hâlde oturuyordum. Muhafazakâr çevreden bir öğrenci selam verdi, boş olan bir sandalyeye oturdu. Masada Ali Şeriati’nin kitabı olduğu için sohbet de oradan açıldı. Arkadaşımız bütün içtenliği ile Ali Şeriati’nin Müslümanların Allah inancı ile Hristiyanların tanrı fikrinin aynı olduğunu söylüyormuş, deyip ne düşündüğümü sordu. Bu soruyla, sizin okuduğunuz ve bel bağladığınız yazarlar böyle kimselerdir, şeklinde yukarıdan bir hava estiriyordu.
Arkadaşımızın söyledikleri doğru değildi. Önceki akşam, gece yarısına kadar okuduğum bölümde tam aksi yönde görüşlere rastlamış, söylenenler ilgimi çektiği için altını çizmiştim. Hiçbir açıklama yapmadan, kitapta altı çizili bölümü gösterdim ve okumasını istedim. Arkadaşımız o bölümü dikkatli bir şekilde okudu. Hem aldatılmış olduğu için kendisini aldatanlara karşı kızgınlığını hem de altı çizilmiş bölümde gördüklerinden doğan şaşkınlığını gizlemedi. Muhatabımı teskin etmeye çalıştım, kendisini bu duruma düşürenleri bildiğimi söyledim. Bugün kendilerine FETÖ denilen grubun üyeleri bu tür yöntemlerle hakkımızda olumsuz kanaatlerin oluşması için bilinen karalama yöntemlerine başvurmaktan çekinmiyor, bilmedikleri şeyler hakkında bolca konuşuyorlardı.
İslamcılara yöneltilen “kozmopolit” yaftası çeviri kitaplarla şekillenmiş bir düşünce biçimini hedefe koyuyordu. Onlara göre çeviri kitaplar “Ortadoğululaşma”ya yol veriyor, yeni bir yabancılaşmaya sebep oluyordu. Kuşkusuz bu suçlama İslamcı düşünceyi temsil eden seleflerin “Garplılaşma” eleştirisinden bir nevi intikam alma duygusunun yansımasıydı. Zamanla İslamcılara yapıştırılan yaftalar olayların akışına göre değişim gösterdi. Kimi “devletçilik” ve “milliyetçilik” hastalığına tutulmuş olmayı öne çıkardı, kimi kozmopolitizmi önemsedi. Birbirine zıt yaftaların aynı düşünce geleneğine yöneltilmesi anlamlıdır.
Sonraki yıllarda kozmopolitlik töhmeti yaygın bir kanaat hâlini aldı. 28 Şubat sürecinde çok farklı kesimden insanların İslamcılara karşı sergiledikleri güvensizlik ile kozmopolitlik yaftası arasında doğrudan bir devamlılık vardı. Sürecin en hararetli günlerinde bir meslektaşım İmam Hatip mezunlarını kastederek güvensizliğini izhar ettiği zaman aramızda sert bir tartışma yaşandı. Merak edenler için savunmacı bir tavır sergilemediğimi belirtmeliyim.
Oysa okuduğumuz kitaplar bize, içinde yaşamakta olduğumuz ve büyük ölçüde rahatsız olduğumuz dar ufkun ötesine geçebilmek için geniş imkânlar sunuyordu. Bununla tezat gibi gözükse de Türkiye hakkında da yeni bir bakış açısına sahip oluyorduk. Bir yandan dünyaya açılırken öbür taraftan yerli bir perspektif geliştiriyorduk. Uzaklaşmadan yakınlaşmak mümkün değildir. Kendini fark etmek ancak kendinin dışına çıkabilmekle mümkün olur. İslamcılar uzaklaşarak yakınlaştılar. İsmet Özel okuyan bir kimse niçin savrulsun. Edward Said bütün bir Doğu’yu sahiplenme cesareti veriyor, Ali Şeriati derinlik kazandırıyordu. Bu yazarların fikirleri yönümüzü kaybetmemize yol açmıyor, bilakis Bu Ülke’yi ve bütün coğrafyamızı yeni bir bakış ile yeniden görmemizi sağlıyordu. Bu, takdir edilmesi gerekli bir çabaydı. Bugün Türkiye’de ülkemizin ve coğrafyamızın meseleleri ile yakından ilgilenmenin kökleri İslamcıların hararetle okuduğu günlere kadar gider.
Bilmek tanımlamaktan daha önemlidir. Tanımlamak bir şekilde sınırlandırmaktır. Biz İslam dünyasının farklı bölgelerinde yazılmış eserleri okuyarak bütün bir coğrafyaya açılıyorduk, bilmek istiyorduk. Bu bilgi, bizi o coğrafyaya gönülden bağlıyordu. Bu dönemde belki bir miktar secter ruh da taşınmış olabilir. Bunun çok da korkulacak bir sonuç olmadığını söylemek lazım. İslamcılar, dar sınırları bu şekilde aşabildi. Bugün kendini İslamcılık karşısında konumlandıran ve geçmişte de aslında bugünkü gibi davranarak kendini farklı düşüncelere kapatanlar bilmemenin sonuçlarını yaşıyorlar. Bilmek, yakınlaşmayı ve anlamayı sağlar. Bilmemek ise tam aksine, uzaklaşmaya ve yok saymaya yol açar. Yabancılaşmanın doğduğu yer tam da burasıdır.
Şimdi bütün bir İslam dünyası yeniden ciddî bir karmaşanın içine doğru savrulunca bir zamanlar okunan kitaplar üzerinden İslamcıları kozmopolitlik yaftasıyla vurmaya çalışanların dönüp İslamcıları milliyetçilikle itham etmeleri anlamlıdır. İslamcı tezlerin ve iddiaların çöktüğü yönündeki hükümler ile devletçilik ve milliyetçilik ithamlarının sarmaş dolaş olmasını, İslamcıların kendi coğrafyasına sadakatinin şiddeti ve devamlılığı ile açıklamak gerekir.
Bu ülkede kimileri Amerika ile kimileri İngiltere ve İsrail ile birliktelik kurarken kimileri de Avrupa veya Rusya’ya yöneliyor. Kendilerini güvene almak için başka kapılarda geleceğini şekillendirmekten çekinmiyor ve İslamcılara da güvensizlik ibraz ediyorlar. Bizim insanımız ise bütün gücüyle yeni bir savunma hattı oluşturmaya çalışıyor. 21. yüzyılın gerilim alanı da burasıdır.