Köy Romanı: Yalan-dolan bir taşra

Edebiyatperver âleminde son 200-250 yıldır sürgit devam eden bir kısır tartışma vardır: Rus Edebiyatı mı daha büyüktür yoksa Fransız Edebiyatı mı? Doğru, burada edebiyattan kastedilen, bizatihi edebiyatın kendisinden çok, edebiyat ürünleri. Özellikle de roman. Romanı doğuran zihin, şüphesiz Avrupa. Zihin ve ahlâk: Biraz dedi-kodu merakı, biraz günah çıkarma ihtiyacı… Başta ülkemizi anmak kaydıyla Avrupa kültürü denilince de akla Fransa gelmekte. Yani Katoliklik.

Yine de şurası kesin: Romanı doğuran zihinde Fransızların payı tartışılmaz nitelikte ama sonuçta Fransız Edebiyatı insanı çevresiyle ilişkileri bağlamında genişlemesine ele almanın üstün maharetine örneklik teşkil ederken Rus Edebiyatı ise insanın kendisiyle ilişkisini anlama ve anlatmada, rakip tanımaz bir derinliğe işaret etmekte. Dolayısıyla içtimai bir varlık hüviyetiyle insanı tanımak istiyorsanız Fransız Edebiyatı’na, ruhi bir varlık kimliğiyle bizatihi insanı anlamak istiyorsanız da Rus Edebiyatı’na müracaat etmek durumundasınız.

Ekim Devrimi’nin ardından SSCB’de edebiyat sahasında müthiş bir kuraklık yaşanır. Dünyanın en büyük edebiyatı, beklenmedik bir çölleşmeye maruz kalmıştır âdeta. Tolstoy’un, Puşkin’in, Dostoyevski’nin, Gogol’ün torunları en fazla beylik Komünist Parti propaganda metinlerine imza atabilmekte. Kendilerinden istenildiği ve beklenildiği gibi. Nabokov veya Soljenitsin gibi ikinci sınıf yazarlar ise ancak ülkelerinin dışına çıkabildiklerinde eserlerini verebilecek şartlara itilmişlerdir.

Yaratıcılığın köküne kibrit suyu döküldüğü bu dönemin Rusya’sında, ürün verme evresindeki bu kuraklığın zıddına, edebiyatı anlama ve sorgulama sahalarında beklenmedik gelişmeler yaşanır. Daha sonraları ‘edebiyat bilimi’ diye tesmiye edilecek bu anlayışa göre edebiyat, tıpkı pozitif bilimlerdeki gibi kesinliğe kavuşturulmuş kavramlarla, ölçütlerle ve ilkelerle incelenebilmeliydi. Yalnızca üretim evresinde değil, eleştiri evresinde de öznelliğin hükümranlığı sonlandırılmalı; bir edebiyat eserinin değeri, yazarı, dönemi ve şartlarından bağımsız bir biçimde, bütün zamanlar ve durumlar için geçerli bir tarzda ve tartışmasız bir kesinlikle, apsis ve ordinatları belirlenerek tespit edilebilmeliydi.

Kuram düzeyindeki bu çalışmalar, çok geçmeden yeni bir edebiyat anlayışını da beraberinde getirmişti: toplumcu gerçekçilik. Burjuva kültüründen arındırılmış, kendinden önceki bütün örneklerinin zıddına, bireyi değil toplumu önceleyen; birey düzeyinde ise en fazla işçi veya köylü tekilini ululayan bu yeni edebiyat anlayışına uygun kotarılan ürünler, beklentilere denk geldiği oranda parti tarafından yeterince ödüllendirilmiş, gelgelelim demir perde dışında bir türlü dünya çapında umulan yankıyı bulamamıştır.

1960’lara gelindiğinde bu edebiyat anlayışının bizdeki örneklerinin de hayli bir yekûna ulaştığını görmekteyiz. Attilâ İlhan’ın o çarpıcı düzyazılarının düzeyinin dahi altına inmekten kurtulamamış romanları meselâ. Ne ki toplumcu gerçekçi anlayış dediğimizde aklımıza 1970’leri kasıp kavuran köy romanları gelmekte. Attilâ İlhan’ın zıddına köy romanı yazarlarının handiyse bütünü zaten köylü. Üstelik çoğu da Köy Enstitülü. Attilâ İlhan toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışıyla türedi küçük burjuva bireyini anlatırken Köy Enstitülü yazarlarsa aynı anlayışla taşra ahalisine bakmayı denedi. Okullarından sonra Anadolu’nun veya Trakya’nın değişik köylerinde yahut kasabalarında öğretmenliğe başlayan bu gençler, akıl almaz bir özgüvenle yetiştirildikleri için gittikleri yerlerde hemen köylüleri kurtarmaya, din tarafından yatırıldıkları bu karanlık uykudan uyandırmaya giriştiler. Çok geçmeden gördüler ki kazın ayağı öyle değil.

O zaman da aralarından bazıları bu bitimsiz uykuyu resmetmeye, kapitalizmin yerli işbirlikçisi imam tarafından afyonlanan ve kapitalistin köydeki yürüyen hâli durumundaki ağa ile köylülerin çatışmasını, bu çatışma sonucunda ortaya çıkan halkın sefaletini anlatmaya girişir. İşte anlı-şanlı köy romanlarımız… Seçilen olayların ve karakterlerin mühim bir kısmı yaşanmış hadiselere dayandığı hâlde bu romanlar, bırakalım taşranın içinden taşranın hakikatini anlatmayı başarmayı, hiçbir gerçeklik kırıntısı bile taşımayı başaramamakta. Evet, barındırdıkları birçok öğenin gerçekliğine rağmen böyle.

Köy kökenlilerin, büyük şehirde okuyup öğretmen kimliğiyle geri döndükleri ‘köylerindeki’ insanlara yönelik bu tepeden bakmacı tavır, o metinlerde köylüyü adam etme şeklinde yansır. Yani taşralıyı.

1980’lere gelindiğinde, o dönemin geçtiğini idrakten aciz, artçı sarsıntı tarzındaki özentilerini saymazsak artık üretilmeyen ama hâlâ okunurluğunu koruyan köy romanı anlayışı, bugünden bakıldığında Türk Edebiyatı’na mâl olabilmiş yegâne yetkin bir örnekten bile mahrum. Tıpkı Sovyet Dönemi Rus Edebiyatı gibi. Eğitim, bilim, teknoloji ve askeriye gibi birçok sahada parmak ısırtan Sovyet Rusya, edebiyatta işaret edilebilecek bir isimden de, eserden de yoksundur.

1970’lerde yerini bırakacağı Oğlum Osman’lı, Kızım Ayşe’li, Huzur Sokağı’lı, Minyeli Abdullah’lı İslâmcı ‘roman’ iddiasındaki metinlerin, sosyalist öncülü köy romanları ile bir ortak paydası var: Anlatmaya sıvandığı toplumun yaşadığı gerçeklikten hayli uzak; kendini aydın sayan kesimin o dönemler için tanımadığı ama merak ettiği taşralıyı anlatmayı vadeden, aslında karakterini dilediği gibi itham etmekten çekinmeyen, aslen yalan-dolan metinler. Köy romanları taşradaki köylüyü anlamak ve anlatmanın acziyet belgesiyken İslâmcı romanlarsa İstanbul’daki taşralıyı anlatmaya dahi tenezzül etmeden anlamlandırmanın örneği.

Her iki bakıştaki körlüğün asıl sebebi taşralıyı küçük görmekten çok, kendini büyük görmek. Köy Enstitüleri’nin mottosunu hatırlayalım: “Eğitim görmemiş insan, hayvandır.” Dolayısıyla bu yazarların içinden çıktığı köylü hakkındaki kabulü ortada. O yüzden daima ağa-maraba çatışması üzerine kurulu, asla gerçeklere ve gözleme dayanmayan bir geri kalmışlık yaftası, her romanın fonunun vazgeçilmezidir. Geri bırakan ise İslâm. Köy romanları, Sinekli Bakkal’ın taşra versiyonları… Köy ve taşra bu metinlerde kartpostal gerçekliğini nadiren aşar.

Hâlbuki herhangi bir şehirli yazarın zıddına bu yazarların köylüye bakışının, dışarıdan değil, içeriden bir bakış tarzında gelişmesi beklenirdi. Acaba Cumhuriyet döneminin taşra kökenlisinin bile bu taşra körlüğünün vahametini yeterince idrak edebildik mi? Bu içeriden bakamayışın, göremeyişin hikâyesi hâlen fark edilmeyi bekliyor.

Yukarıdan beri anlatageldiğim açıdan baktığımızda, yani ister insanın bizzat kendisini, isterse insanın çevresiyle ilişkisini anlatmak bakımından yakınlaşalım, sürüsüne bereket köy romanlarından hangisi bu iki seçenekten birine denk gelen sadra şifa bir nümûne barındırabilmekte?

Toplumcu gerçekçiliğin doğurduğu ideolojik şablonlar bu yazarları daha da sığlaştırır ve nihayet Anadoluludan Anadolu’ya bir perde iner âdeta. Artık o romanlardan hareketle Anadolu insanını görme şansınız kalmaz.

Angaje edebiyatın kaderi.