Malûmat, bilgi, ilim…
Zan, iddia, fikir…
Vehim, hikmet, irfan…
Bu belki şeklen birbirini uzaktan andırabilen ama hakikatiyle birbirlerinden fersah fersah uzak hakikat parçacıklarının yekdiğerinin yerine geçirilmekten çekinilmediği ve kimselerin de beherini ayrıştırma ihtiyacı hissetmediği gariplerin garibi bir zaman diliminden geçiyoruz. Hak ile batıl hiçbir vakit bu kadar atbaşı gitmemiştir dense yeri. At izi ile it izini ayrıştırmak gerektiğini aklından geçirebilene andolsun.
Hayır, bu her hayrın bir şerre dönüştürüldüğü demde umutsuzluğu yaymak değil kasdım; belki tam tersi. Evimize hapsolmuşken, aynı zamanda nelere ve nerelere hapsedildiğimize de işaret etme maksadındayım; o kadar. Üstelik kendi ilgi alanlarımda kalarak.
Bilim Diye Bildiğimiz Şey
Bütün dünya, bunu her gün öylesine çok duyuyoruz ki kanıksadığımızı farketmiyoruz, bütün dünya tek bir mevzua kilitlenmiş durumda.
Yeryüzündeki bütün insanları aynı korkunun sarıp sarmaladığına insanlık tarihinde ilk defa şahitlik ediyoruz. Övünsek mi buna yoksa yerinsek mi? Bilgi çağının sarhoşluğunu sonuna kadar tattığımız demlerin hemen akabinde, aslında hiçbir şey bilmediğimizi farkediyoruz.
Farkediyor muyuz?
İnsanlığın kaderini belirleyecek bilgilerin, sayıları son derece sınırlı ama kudretleri sınırsız (!) bir avuç ailenin tekeline geçtiğini farkediyor muyuz? Meğer bizim bilgi diye kana kana içtiğimiz şeyler, en iyi ihtimalle malûmattan ibaretmiş. Ve bu malûmatlar da, son 350-400 yıldır sistematik bir biçimde deformasyon imbiğinden süzüldükten sonra, arzu ettikleri miktarda zihnimize enjekte edilmekteymiş.
Biz bildiğimizi vehmederken, ancak birkaç kişi bilinmesi gerekenleri bilmekteymiş. Aslında bu husus, distopik edebiyatın da, sinemanın da ortak temalarından biri: Günün birinde bir şekilde bilim adamları yok edilir ve insanlık ancak o zaman kendilerinin bilim adına da, teknoloji adına da aslında hiçbir şey bilmediğini farkeder. Meğer bilgi, birkaç lâboratuvarın ve bazı araştırma merkezlerinin duvarlarının arkasına hapsedilmiştir. Ve neyi, nasıl yapacağını bilmeyen insanlar da tekrar ilkel yaşantılarına döner.
İlkelliğe Geri Dönüş
Basit bir virüs bütün insanlığı en ilkel hâline döndürmüş durumda.
Uzmanlarımız ya cehli mürekkebin engin denizlerinde yüzdüğünü farkedemeyecek kadar kibir kuşanmış yahut da o bir elin parmaklarını ancak geçecek mutlu azınlığın, bilerek veya bilmeyerek hizmetkârı.
Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım ve hangisine mensup veya hangisine muhalif olursak olalım, en dindarımızdan sıradan inançsızımıza kadar hepimiz, ‘ilerleme’, ‘çağdaşlaşma’, ‘gelişme’ ve özellikle de ‘bilim’ kavramını çoktan kutsal bir inekten ötelere taşıdık; ruhumuzun en derinlerinde bile hem de. Bilim mi söylüyor, doğrudur. Yine bilim yanlışlayana kadar. Bilimin içinde nefes aldığımızı varsayarken meğer o, tereyağından kıl çeker gibi bizim aramızdan süzülüp sırça saraylara göçüvermiş.
Bize de kendisine tapma vazifesini emanet etmiş.
Her şey Film İcabı
Bizim durumumuz dünyanın geri kalanından da vahim.
Meselenin içler acısılığını arttıran husus şu: Son 300 yıldır biz, belki de onun vasıtasıyla bizi yendiklerine inandırıldığımız için, müslümanlar sorgulamadıkları hiçbir kutsal bırakmadı. Bilim hariç.
Olanca hakikat gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçtiği, daha doğrusu hakikatin her veçhesi, bütün çıplaklığı ile gözümüzün önünden bir film şeridinin içinde geçirildiği hâlde biz hep hakikati görmezden gelmeyi tercih ettik; hem de defalarca. Kutsal ineğimize lâf ettirmedik. İzlediğimizi film icabı zannettik.
Ayetleri bilimsel bilgileri referans göstererek temize çıkardığını zannedenleri âlim belledik. Bilimin, hususen de çağdaş bilimin ne menem bir şey olduğunu asla anlamak istemedik. Üstelik bilimin eşyaya tatbiki manâsına gelen teknik ile bilimi bir tuttuk. Israrla ikisini birbirine karıştırmayı tercih ettik. Teknolojinin ürettiği aletlerin altında ezildikçe o teknolojiyi ortaya çıkaran çağdaş bilimin kalbimizdeki tahtına daha çok çaput bağladık.
Üretilmiş Felâket
Müslümanlar geriydi. Ve ne yazık ki geri kalmışlığımızın sebebi inandıklarımızdı: “İslâm terakkiye mânidir!” Bu meşhur ithamı her ortamda zahiren şiddetle reddetsek de içten içe hepimiz deterministtik artık; daha cesur bazılarımızsa pozitivist. Çok dövündük, ayette açık açık yazdığı hâlde Ay’a gidemediğimize.
Bilim her şeye kadirdi. Bize anlamak düşerdi. Anlamak, araştırmak, ilerlemek, gelişmek… Sardık gene başa.
Bir virüsü dünyanın herhangi bir lâboratuvarında üretmek de bilimin içine girer efendiler.
Yahut tekniğin.
Tıpkı o B sınıfı Hollywood filmlerindeki gibi bütün insanlığın istikbalini tehdit edecek bir virüsü lâboratuvarda ürettikten sonra bir yandan insanların ölümünün çetelesini tutup öbür yandan hem devlet adamlarını, hem de çokuluslu şirketlerin yöneticilerini açık arttırmaya davet etmek de bilime dahil. Hani o ayetlerinizi tasdik ettirdiğimiz çağdaş bilime.
Virüsün Dildeki Tahribatı
Korona virüsünün görünmeyen, belli ki can havlinden yeterince anlaşılmayan başka büyük zararları daha var: Dilimiz ve zihnimiz üzerindeki tahribatı. Gerçi zihnimiz üzerindeki yıkımının tarihçesini, teknoloji üzerinden Türkiye’nin çağdaşlaşma macerasının başlangıcına kadar taşıyabilsek de dilimiz üzerindeki tahribatı hem çok ağır, hem daha yeni.
Güzide medyamızda ciğerimize musallat bu tabirin yazılışından bazı örnekler: Corona, coronavirus, corona virus, corona virüs, corona virusu, corona virüsü, korona, koronavirus, korona virus, korona virüs, korona virüsü… Bunlar sadece benim tespit edebildiklerim. Elbette virüsün asli adını kullananlar da az değil.
İki kelimelik bir tabirin yazılışında bu kadar vahamet sergileyen bir dilin mensupları, neleri kaybettiklerini bile idrakten aciz. Tıpkı bir cüzzamlı gibi. Hani cüzzamlının bedeninden bir parça düşer ama hastalığı gereği acısını hissetmez ya; bizimkisi de o hesap.
Kısmetse biz yakında sıhhate kavuşacağız. Hem de kahir ekseriyetimiz. Ama ya dilimiz?
Körfez Savaşı sırasında yüz yıldır bitkisel hayata mahkûm edilen Türkçe, nasıl tamir edilemez birçok hasar aldıysa (Sadece ‘sorti’yi hatırlamak kâfi. Ama elbette en çok da İngilizce kalıp ifadelerinin, bir gramatik kaideye dayanıyormuş gibi aynen dilimize de aktarılması daha vahimi…) şimdi de bu virüs yüzünden dilimizin akciğerleri heder edilmiş durumda.
Yakında Türkçe nefes alamayacağız.