‘Niçin korkarız?’ sorusu daha çok psikolojinin ilgi alanına girmekte ama bile isteye ve canı gönülden korkma arzusu, insana özgü tuhaf özelliklerden biri olarak, her aydının ilgisini çeker. Öteki varlıklardan insanı ayıran garip yanlardan biri, kendi rızasıyla korkunun kapılarını zorlamak. Edebiyatta bir bağımsız tür olarak ‘korku’nun kuruculuğu, Baudelaire’in dünya çapında ünlü kıldığı Edgar Allen Poe’ya atfedilir. Sinema da, bu gerçekten akıl almaz sınırlara sahip alanı keşfetmekte ve iyisiyle kötüsüyle birçok ürün vermekte gecikmedi; hatta ekonomik açıdan krize girildiği bir dönemde, sinemanın umudu hâline bile geldi korku sineması.
Neydi onca insanı bu tür filmlere çeken? Niçin insanlar isteyerek korkma ihtiyacındaydılar? Hangi açlığın tatminine yönelikti bu çaba? Bu cinsten sorulara, özellikle Freudyen psikoanalitik birçok açıklama getirilir ama bu başta eleştirmenler olmak üzere, yönetmenler dahil çoğu sinema ilgilisini tatminden çok uzak kalır bu birçok kavram kargaşasına boğulmuş entipüften açıklamalar. Fakat bir gerçeklik olarak şunu hiç kimse reddetmez: Sinemada, dönem dönem azalsa da, korku filmlerinin saltanatı, öteki türlerin çoğuna oranla daha bir baki. Yalnızca korku filmleri değil, aslında sinemanın kendisi de, şu doğru dürüst tanımlanmadığı hâlde herkesin kullanmaktan zevk duyduğu ‘bilinçaltı’na yönelik bir çaba. Bilincin neresine düştüğünün de kesinlik kazanamadığı bu ‘alt’ta, düşlerin hazinesi bulunur; hem rüya, hem hayal anlamında düşlerin. İşte korkuların yeri de burası; bu karanlık, gün yüzü görmez mahzende, bir fırsat bulup şu veya bu şekilde dışarı çıkmak için fırsat kollar korkular. İşte ‘fantastik’ diye bir üst başlıkta adlandırılan filmlerin yaptığı da, aslında bu kaygıları bilerek gün yüzüne çıkarmaktan başka bir şey değil.
Çöpten çıkan korku
Korku denilen tür, sinemada ilk başlarda, akıl, bazen de mantık sınırlarının dışına taşan yaratıkları, ülkelere göre farklı adlar alsa da, her toplumun dinamiklerinde var olan doğaüstü varlıkları, bazen komik olma pahasına kullanmakla başladı işe. Zamanla, korku filminde kullanılan bu yaratıkları ya da korku filmlerinin beylik numaralarını ti’ye alan filmler de çekildi ama bunu bilmeden komik duruma düşmekle karıştırmamak gerekir; ‘trash’ filmlerde olduğu gibi. ‘Trash’ filmler, aslında prodüksiyondaki kısıtlılığı bahane ederek, hayale uçsuz bucaksız fırsatlar tanımak için yoksunluğa kılıf bulmaktan başka bir şey değil. Belki de bu yüzden, birçok ünlü yönetmen, meslektaşlarının çektikleri ‘A sınıfı’ filmler yerine ‘trash’ı seçmekte.
Bir başka ilginç gelişme de, günlük hayatta bolca karşılaştığımız kimi gerçeklikleri kullanarak, hayli başarılı ve ürkütücü filmlerin çekilmiş olması. Bu açıdan bakarsak korku sineması, aslında hayli münbit bir alan ve asla tüketilmesi söz konusu edilemeyecek denli bereketli. Devir değişse ve bu değişimle birlikte ‘korkulan’ da farklılaşsa bile, insanların korkma güdüleri sürekli var kalacak. Çünkü korku, insanın varoluş zorunluluklarından biri; ya bir görünen nesneden, ya doğal afetlerden ya da doğa üstü güçlerden tedirginlik duymak, insanın kaderi. Belki de korku sineması bu zaafın suistimal edilmesinden başka bir şey değil. Asıl korkulması gerekenden korkmak yerine, yapay ve geçici korkular yaratarak, korkunun sağlayacağı arınmanın önüne geçme çabası.
Korku sinemasına yönelik, çok korkunç bir itham mı bu?
Kısa korku tarihi
Yaygın kabul, evrimci tarih anlayışı doğrultusunda bir açıklama getirir korkuya. Bu anlayışa göre, en ilkel kavimlerde bile, dunu bir hava arz eden tapınma yüklü danslarda kullanılan maskeler, klasik tragedyanın esin kaynaklarından biri olmuş. Ortaçağda korku bağımsızlığını ilân edememiş fakat birçok sanat ürününde temel malzemelerden biri olmayı başarmış. ‘Gotik’ denilen ve zirvesini 19. yüzyılda bulan edebiyat anlayışını beklemek gerekti bu bağımsızlık bildirgesi için. Daha sonraları korku sinemasının da ilham kaynaklarından ve klâsiklerinden, Mary Shelley, Bram Stoker ve Robert Louis Stevenson’ın kitapları yeni bir akımın ve türün habercileri olmuştu.
Sinemanın ilk dâhilerinden George Melies, bilim-kurgu filmlerinin yanında, daha o günlerden adı konulmamış ve sınırları çizilmemiş olsa da, korku filmi sayılabilecek kimi eserlere imza atmıştı. Fakat türün birebir tanımına uygun ilk film, 1914’te Almanya’da, Paul Wegener tarafından çekilen ‘Golem’ adlı filmdir. Bu filmde, eski bir Yahudi efsanesinden alınan bir tema doğrultusunda, kontrol altına alınması mümkün olmayan bir gücün karşısında insanoğlunun zavallılığı anlatılır. İnsan kişiliğinde simgelenmesine karşın insanüstü güçleri olan bu ürkünç gûlyabani, daha sonraları kimi eleştirmenler tarafından, dünya savaşının, bu savaşa taraf ve arzulu olan kişiler tarafından bile nasıl kontrolü imkânsız bir felâkete dönüşeceğini alegorilemekteydi. Fakat korku sinemasının asıl gelişimine 1920’lerde şahit oluruz. Sinemaya sesin girmesiyle bu türün anlatım olanakları ve etki gücü de artmış, böylece amacına bir adım daha yaklaşmıştı.
1919’da Robert Weine’dan gelen ünlü ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ni, 1924’te Fritz Lang’ın çektiği ‘Dr. Mabuse’ izleyecek, böylelikle dışavurumcu Alman sineması, Friedrich Murnau’nun 1922-26 arasında çektiği ‘Nosferatu’, ‘Hayalet’, ‘Son Adam’ ve ‘Faust’u ve 1924’te Paul Leni’nin yönettiği ‘Mumyalar Müzesi’ ile en iyi örneklerini vermiş olacaktı. Anılması gerekli bir başka film de, yine Paul Leni’nin çektiği ‘Kedi ve Kanarya’. Bugün bile birçok bakımdan yeni bu filmleri, 1925’te R. Julian’dan gelen ‘Operadaki Hayalet’ ile Amerikan sineması da takip edecek ve 1930’lu yıllara gelindiğinde, asıl beylik anlamıyla ‘korku’, kol gezmeye başlayacaktı sinema salonlarının karanlıklarında.
Korku filmlerinin klâsik dönemini oluşturan 30’lu yıllar, aynı zamanda en ‘korkunç’ filmlerin de çekildiği yıllardı. Türün bütün anlatım kalıpları, korkutucu yaratıkları ve ürkünç karakterleri hep bu dönemde ortaya çıktı. 30’lu yıllar gerçekten korkunun kanatları altında yaşanmış, bugünlere değin süren fantastik dünyanın en karakteristik yönlerinin ortaya çıkarıldığı yıllardı.
Korkuyu Beklerken
Henüz emekleme aşamasını geçen ve bir sanat olmaya sıvanan sinemanın çocukluk yıllarındaki amacı, ilk elde kendine izleyici bulmaktı ve bu da en kolay yoldan, insanoğlunun temel zaaf noktalarına bile isteye batırılan topluiğnelere göre verilen tepkiler doğrultusunda gerçekleşiyordu. Bu yılların korku filmleri, günümüz insanına neredeyse hiçbir şey söyleyemeyecek denli naif kaçıyor. Korku köprüsünün altından çok sular aktı çünkü. Yine de türün meraklıları yanında, sinemanın emekleme dönemini araştıranlar için de ilginç örnekler yok değil. Türün bugün için ‘katıksız’ sayılabilecek örneklerini 1930’lu yılların başlarındaki, aralarındaki kimi İngiliz yönetmenlerin de bulunduğu, sinemada da yankı bulmuş, hatta ilk ciddi akım sayılan, Alman dışavurumcu sinemanın eserlerinde görüyoruz.
1910’lardaki izlenimcilik ve doğalcılık akımlarına bir tepki olarak gelişen, resim, müzik, mimarlık, edebiyat ve sinemada karşılık bulan bu akım, dış âlemin gerçekte göründüğü gibi değil, iç âlemin süzgeçlerinden geçirildikten sonra biraz da deforme ederek yansıtmayı amaçlıyordu. Tabii olandan kendini uzak tutan, abartının, yapaylığın, hatta yapmacıklığın hâkim olmasına göz yumulan dönemin batı toplumunda yaşanacak fırtınanın erken keşfinden kaynaklanan bir kaçış ekolüydü dışavurumculuk. Dekorun kamera kadar önem kazandığı, çizgilerin köşelerin, nesnelerin keskinleştirildiği, oyunun pandomime yakın bir abartıyla sergilendiği bir sinema dili öngörüyordu dışavurumculuk.
Resmin Korkuya Katkısı
Bu zihniyetin izlerini taşıyan yönetmenlerin Amerika’ya gitmesiyle ekol hâlinde olmasa bile anlayış hâlinde dışavurumculuk, yani abartılı oyun, grotesk üslûp ve etkileyici dekorlar, korku sinemasının 30’lu yıllarının bel kemiğini oluşturur. İlk önemli Amerikan korku filmleri de grotesk edebiyatın seçkin örneklerinden tercih edilir; Bram Stoker’in ‘Dracula’sı ve Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ı gibi eserler, özenli bir dekor ve makyajın katkıları yardımıyla sağlanan güçlü oyunculuk etkisiyle, 1931’in dünyasında birer şok olarak patladılar. İzleyicilerin bir kısmı kalp krizi geçirdi, kimileri bayıldı; daha önemlisi ilk anda görünür tepki vermeyen çoğunluksa, bir ömür boyu dışarı çıkmayı bekleyen korku unsurlarına gömülmüş alt bilinçlere ‘kavuştu’. Bu da, bağımsız bir tür olarak korku sinemasının doğmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Bu tempoyla yakalanan kalite, ancak beş yıl kadar sürebildi ve ondan sonra, gittikçe birbirini çoğaltan, yeni bir şey söylemektense etkiye yatırım yapan sıra işi tekrarlara bıraktı yerini. ‘Frankenstein’ adlı film, yalnızca bu türün ilk, hem şaheser hem kült örneği olmakla kalmadı, oyuncusu Boris Karlof’a ve yönetmeni James Whale’a uluslararası bir şöhretin yanında, bu türün dışına çıkmayı neredeyse yasaklayan bir zorunluluk yükledi. Karlof, artık yalnızca korkutmak zorunda kaldı: ‘Maske’nin Arkasında’, ‘Scarface’, ‘Eski Karanlık Ev’, ‘Fu Mançu’nun Maskesi’, ‘Ölmeyen Mumya’, ‘Kara Kedi’, ‘Kara Birlik’, ‘Kara Oda’, ‘Frankenstein’in Gelini’, ‘Kuzgun’, ‘Görünmez Işın’, ‘Yürüyen Ölü’ ve daha niceleri… Yönetmen Whale da, ‘Eski karanlık Ev’ ve ‘Frankenstein’in Gelini’, ‘Demir Maskeli Adam’, ‘Görünmeyen Adam’, ‘Yeşil Cehennem’ gibi filmler çekmeye mahkûmdu. Aynı durum, ‘Dracula’yı canlandıran Bela Lagusi için de geçerliydi. O da artık sürekli korkutmak zorundaydı.
Avrupa Sineması’nda Korku
Yine aynı anlayışla filmler çeken Karl Freund ‘The Mummy-Ölmeyen Mumya’, Michael Curtiz ‘Mumyalar Müzesinin Esrarı’, Tod Browning ‘The Freaks-Hilkat Garibeleri’, E. Kenton ‘Kayıp Ruhlar Adası’ ve E. Schoedsack ile M. Cooper ‘King Kong’ adlı eserleri verdiler. ‘Metropolis’iyle gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu ürünlerinden birini gerçekleştiren ve dışavurumculuğun köklü izlerini barındıran Fritz Lang, ‘M-Düsseldorf Canavarı’ adlı filmiyle, gerçek cinayetlerden yola çıkarak, son derece etkileyici, gerilim dozu yüksek hatta kimi sahneleriyle tedirgin edici bir anlatım sergiledi.
Bu dönemde Avrupa’dan en ilginç örnekse, Danimarkalı ünlü yönetmen ‘Carl Dreyer’in 1932 yılında Fransa’da çektiği ‘Vampir ya da David Grey’in Garip Hikâyesi’ adlı filmidir. Bu filmiyle Dreyer, vampir filmlerinin en iyi örneklerinden birini vermiş oldu. Bu arada ‘Görünmeyen Adam’ gibi fantastik bir kahramanın yanında, ‘Kurt Adam’ gibi, Avrupalı insanın karanlık korkularını yansıtan efsanevi karakterlerle de korku kervanına katıldı.
Kimilerine göre korku filmleri, asla bu dönemdeki kadar etkili olamadı bir daha. Fakat korku bir tür olarak sürekli var olamaya devam edecekti.