Korku insanın yeryüzünde yaşadığı ilk his.
Dahası insan dünyayı ‘korkuyla’ algılar. Çifte anlamlı bir korkudan sözetmekteyim, evet; daha doğrusu çifte işlevli. Korku, hem bütün algılarımızın içine sızan bir mono sodyum glutamat, hem de algıladıklarımıza yüklediğimiz anlam ve değere yapışık bir ikiz.
Ne ki biz yaradılışımızdaki bu vahameti tahfif ihtiyacı hisseder ve derinlemesine bizi kuşatan bu hissi çok daha hafifine, kaygıya tahvili tercih ederiz. Ve sanki başımıza her daim gelmiyormuş da zaman zaman rastlaşmaktaymışız gibi bir izlenimi tercih ederiz. Hâlbuki insanın yeryüzünde korkmadığı hiçbir ân yok. Zaten korkusuzluk cesaret değil, korkusuzluk, korkunun ruha hükmetmesini muvakkaten tehir edebilme mahareti değil mi?
Ve korku, insanın en fazla bastırdığı hissi. Belki de bastırabildiği.
O ‘ismi lâzım değil’ sanki yokmuş gibi yaşamak en temel beklentimiz. Huzuru da, sükûnu da, saadeti de, hazzı da, hasılı bizi sükûnete yakın kılan ne varsa beherini, ancak korkuyu kendimizden gizleyebildiğimizde tadımlayabilmekteyiz. Dehşetle böylesine bir atbaşı yaşamak mecburiyeti ne acı, değil mi?
Korku Ruhun Faresi
Korku bir ruh faresi. Aslında biz fare cinsinden katbekat fazla çeşide sahip bir dehşet ordusuyla çepeçevriliyiz. Onunla doğarız; onun kucağında ölürüz. Aradaki süre boyunca da, kendimizden gizlediğimiz nicelerine rağmen korkunun soğuk nefesini her daim ensemizde sezinleriz. Büyümek, kemirilmiş bir ruhu şöyle veya böyle sıvamak demek: Örtmek, kapatabilmek, saklamak, kamufle etmek. Göstermemek. O korkmuş ve kabuğuna sinmiş hâlimizi en çok kime göstermiyoruz? Kendimize!
İnsanın yeryüzünde yaşadığı ilk his korku demiştik.
Hayvanları şimdilik yeterince bilmiyoruz ama insanoğlu, daha o izbe karanlıktan çıkar-çıkmaz ağzından fışkıran o ilk çığlıkta korkunun, bir ömür nefesini ensesinde hissedeceği o amansız dehşetin çığlığını yüreğinden sal(a)mamışken; henüz doğmuşken korkuyu deneyimleyen bir varlık.
Korku insanın ruh ikizi.
Bebek henüz bilinci yeterince şekillenmediği için birini veya bir şeyi sevmenin o yükseltici duygusundan, (Doğru, kimileyin de iki paralık edercesine alçaltıcı.) öğrenmenin yüceltici coşkusundan (Yahut öğretmenin.) beslenmenin can katan hazzından, kaybetmenin iç burkan acısından (Veya kazanmanın o şişindiren övüncünden.) henüz çok uzaktayken, anne karnındayken dış dünyaya dair kimi izlenimler edinmeye başlar. (Demek oluyor ki Platon’un o ünlü mağara metaforu, bütün o çokanlamlılığının yanında, sadece sıradışı yaratıcı bir tasavvur değil, serapa bir hakikatin ifşası.) Henüz küçücük diye bu algıladıklarını kendince anlamlandırmadan edebilir mi peki? Çoğun yanlış anlamlandırmalardır bunlar elbette; bir ömür sürgit devam edecek yanlış anlamanın da, eksik veya çarpık anlamanın da ve elbette ki yanlış anlamlandırmanın da ilk adımları daha bu evrede atılır.
Karanlıklar içerisindeki bebek, annesi üzerinden, onun algılarını, daha doğrusu hislerini paylaşarak, simbiyotik bir varlık hüviyetiyle onun arzularını içselleştirir. Zaten anne ile kendisinin ayrışmasına daha çok vakit vardır. Anne sevindi mi, bebek de sevinir. Anne üzüldü mü, bebek daha da fazla. Anne merdivendeki ayak seslerinden mi irkildi? O da öyle. Baba henüz gelmediği için anne ürkmeye mi başladı, yine durum aynıdır. Yahut da anne babanın bir sözünden veya davranışından mı korktu; bebecik de öyle. Çok daha fazlası hatta.
Dikkat çekici bir husus: Babayı henüz görmeden ondan korkmak, insan yavrusunun makus talihlerinden. Anneye göre daha kalın, daha tok, daha bet ve daha baskın sesli bir ‘şey’den korkulmaz mı? Bu hâkim edalı, hatta mütehakkim tavırlı varlık ile annenin ayrıştırılması, aynı zamanda bebeğin anne ile eşleşmiş bütünlüklü kendilik algısından babayı dışarıya atması, deyim yerindeyse aforoz etmesi demek.
İçimizde Büyüttüğümüz Zalim
Demek ki korku, anneden emdiğimiz süt.
Simsiyah ve apacı. Büyütmeyen, büzüştüren.
Ve en derin, en ürkülesi korkuların tohumlarının ekildiği yer, o karanlık mağaramsı dehliz. Hayret edilesidir; ömür boyu her sıkıştığımızda, zorlandığımızda, dara düştüğümüzde dönüp dolaşıp gitmek istediğimiz yegâne kürkçü dükkânı da yine aynı dehliz. Aslında Küçük Korku Dükkânı zincirlerinin en dehşetengizi. İçerisindeyken bizi hiç koruyamadığını bildiğimiz hâlde ‘darlandığımız’ her seferinde sığınma ihtiyacı duyduğumuz rahmet yurdu.
İmkânsıza talip insanın başka bir fena huyu.
Öte yandan gözden kaçırmamamız gereken husus: Platon’un mağarası, insanın yazgısı… İnsan bir mağara varlığı. Mağarada doğar insan. Mağarada yaşar. Oradan çıkması muhâl. İnsan mağaraya tutuklu. Ve mağarayla. İnsan mağaradan çıkabilen değil, çıktığını varsayabilen varlık.
Herkesin Korkusu Kendine
Korku tam manâsıyla nedir? Sınırlarını nasıl tespit edebiliriz? Birinin korku sınırları, onun nesini ‘imler’? Öte yandan bir kişinin korku sınırları, bir başkasınınkinin başladığı nokta olabilemez mi?
Hepimizin aynı şeylerden korkmadığı açık. Ama hepimizin korkudan anladığı ne miktarda ötekininkine benzer? İnsan korkuda bile uylaşamayan bir eksiklik abidesi.
Her ne kadar korkuyu herkes için geçerli bir tarzda sabitleyemezsek de, haritadaki bir şehir gibi sınırlarını çizemezsek de, ne miktarda yakından tanırsak tanıyalım, aramızda asla bir ünsiyet peyda edemezsek de korkuya dair az-buz fikir sahibi değilizdir. Bir kere korku, istenmeyen çocuktan bile daha fazla istenmeyen bir his. Ve bir his hüviyetiyle sevgi, aşk, özlem, yaşama sevinci gibi müspet hislerin zıddına, menfi bir his. Ama en az onlar kadar merkezi.
Korku bizi usul usul, bilincimize hissettirmeden ölüme hazırlar. Sessiz ve derinden bir hazırlık sürecidir bu. Bilincimizin ruhu duymaz bu hazırlık seferberliğini. Seferberlik nereye peki? O en karanlığa! Tabuta. Karanlıktan gelen insanın zifiri karanlıkla biten dünya seferi. Ve aradaki bütün o korkular, bir ayağıyla başlangıçtaki karanlığa, öbür ayağıylaysa bitişteki karanlığa yakın.
Yalnızlıksa korkunun yapışık ikizi.