Körfez: Bilemedim şimdi

Gecenin bir yarısı, dışarıdan vuran far yansımalarının ve sokak lâmbalarından içeri sızabilen zayıf bir ışığın hayal-meyal aydınlatabildiği bir otobüsün içerisinde, camla arasına koyduğu çantasına başını yaslayarak uyumaya gayret eden genç bir erkek yüzüyle açılıyor Körfez. Dış dünyadan kısmen soyutlanabilmiş (Ama dışarıda!) küçücük bir mekânda, karanlıklar içerisinde yapayalnız kalmış, (yanındaki koltuk bile boş) yalnızlığına, kimsesizliğine, terk edilmişliğine anlam vermekte (hayatı gereğince anlamlandırmakta) yetersiz; ilginçtir, yine de yüzünde mutsuzluktan eser barındırmayan biri.

Dolayısıyla filmin ilk cümlesi: Hayat bir yolculuktur; farklı etaplardan müteşekkil bir yolculuk.

Sözünü ettiğimiz otobüs İstanbul’dan İzmir’e gitmektedir. Yolculardan biri de kahramanımız Selim.

Selim’in yeni boşandığını sonradan öğreniyoruz ama mesleğini, eğitimini, ilgilerini, hobilerini, alışkanlıklarını, kısaca mazisini bir türlü öğrenemiyoruz. Galiba kendisi de bunlara yeterince vakıf değil artık. Çünkü mola yerinde otomatik bir makineden el falı baktıracak kadar mazisi, şimdisi ve elbette istikbali hakkında fikir edinmeye ihtiyaç hissetmekte.

Sılayı Rahim

Yıllar sonra bir kaybeden kimliğiyle geri dönmek zorunda kaldığı baba evinde de misafirdir. Koltukta yatar meselâ. Ayrılışından sonra eşyaları (Yani olanca mazisi…) bahçeye çıkarılıp muşambalanmış, ana-babası mahkemelik bir ayrılmanın eşiğinde, babası dededen kalma kereste dükkânını çalışanların vefasızlığına terk etmiş, anne çareyi konken partilerinde aramaya başlamış İzmir burjuvası bir ailenin iki çocuğundan biridir Selim. Belki de bu yüzden yaşama sevincini kendi evinden çok, kız kardeşinin evinde bulmakta; o da kısmen.

Yuvaya dönen ama yuvasını tarumar bulan Selim’in bir gün karşısına Cihan çıkar. Askerlik arkadaşıdır güya. Ne ki Selim, Cihan’ın verdiği onca ayrıntıya rağmen o dönemden hiçbir şey hatırlamamaktadır; Cihan’ın kendisini de hatta. (Unutmak insana verilmiş bir lütuftur ama kısmen unutmak. Maziyi veya mazinin belli dönemlerini unutmak, yoksaymaktır. Yaşanmamışlığı dilemek. Yaşamamayı istemek hatta.)

Cehennemi bir İzmir gecesinde, Körfez’de bir petrol tankeri patlar. Bütün İzmir’in ilgisi bu olaya yönelir: spekülâsyonlar, atmalar-tutmalar, ileri-geri konuşmalar… Hükûmeti suçlamalar, belediyeye çamur atmalar… (Hâlbuki patlayan, belki de patlamak isteyen, hatta dışarıya doğru değil, bir domdom kurşunu gibi içeriye doğru patlayan bizzat Selim’in his ve zihin dünyasıdır. Nedense dışarıya hiçbir sızıntı dahi akıtmayacak tarzda yetiştirilmiş Selim’in.)

Bodrumun ruhu

Artık Selim, öz vatanında ama baba ocağında değil, baba ocağının bodrumunda yaşamaya başlar; geceleyin üzerindeki günlük kıyafetleri çıkarmadan uzandığı şiltesinde, gündüzleriyse şehri turlayarak. İşsiz, güçsüz, amaçsız, yapayalnız, çaresiz, çözümsüz, beklentisiz ve ışıksız. (Açılıştaki otobüs sahnesi, evet.)

Evli olduğu hâlde belki de ilk aşkıyla şöyle bir harlanan ama gerisi gelmeyen bir ilişkinin dışında Selim’e meşgale hüviyetinde bir tek muhtemel askerlik arkadaşı taşralı Cihan kalır. (Mazisine sahip çıkamayan, mensubiyetine de, bu arada sınıfına da sahip çıkamaz çünkü.) Çingene Cihan’ın dümen suyuna giren Selim, aile fertlerinde, özellikle de annesinde bulamadığı yakınlığı, bir haytanın etrafında arar. Ona uyarak kitaplarını, plâklarını ve pikabını yok pahasına satar. (Zihnini ve hissini yani.) Bu satışın görünürdeki para ihtiyacından çok, içteki kendisini o yapan şeylerden kurtulmak isteğine dayandığı açıktır. Zaten daha sonra öbür eşyalarını da bir gece sahilde ateşe verecek ve bu yüzden başı polisle belâya girecektir. (Selimlik’ten kurtulmak için Cihanlık’a özenme… Küçülerek eski beninden kurtulma.)

Çevresine tam tersi bir renk verse bile Selim’i kendi içinde çürümeye iteleyen tahassüsü, “Bilemedim şimdi”lere sıkışan çözümsüzlüğü, ışıksızlığı bir yanda artarken, öte yanda şehir de (dış dünya) kendine özgü yaşantısını devam ettirmektedir. Filmde açıkça petrol tankerindeki sızıntıyla irtibatı kurulmayan ağır bir koku günbegün Körfez’i kuşatmaktadır. (Toplumsal çürüme…) Hatta birkaç istisna dışında şehir ahalisi maskeyle yaşamaya başlamıştır; kimileri düpedüz gaz maskesiyle. Absürdün sınırlarında gezinen ama izleyicisine yine de buradaki tuhaflığı sezinletebilen Körfez, distopik bir hâl almaktadır. (Aslında Selim’in iç dünyası.)

Kesinlik bir ihtiyaçtır

Yine bir gece, herkeslerin fellik fellik kaçtığı sahilde, batan tankerin yakınlarında haytalık ederken kumsal tarafından yutulur; bataklığa dönüşen bir çamurun içine iyicene gömülür. (Dışarıya renk vermese de içerideki çürüme iyice artmış, içi handiyse bataklık kadar vıcıklaşmıştır: katılıksızlık… Kesinlik yoksunluğu yani.) Ne ki ben burada kesmek ve lâfı bağlamak makamındayım

İzmir burjuvası bir ailenin yeni boşanmış orta yaştaki genç ferdi Selim üzerinden dünya, hayat, varlık, yaşamak, tutunmak, ebeveyn, doğa, çevre ve kendi algısı sorunlarına eğilmeye gayret eden Körfez, bir ilk film. Her ilk filmden beklenecek aksaklıkları barındırsa bile Emre Yeksan yine de sıkı bir tebriği hak ediyor; mevcut başarısından çok, gelecekteki başarılarına binaen. Çünkü alaturka yönetmenlerimizin handiyse hepsi gibi hayat ve insan hakkında büyük fikirler serdetmiyor bu ilk filminde Emre Yeksan. Tersine, daha çetinine sıvanıyor: hisleri anlatmaya. Fakat yine de kendi iradesiyle giriştiği bu yükün altında epeyce eziliyor. Filmin kolaycılıktan kaçan bu tercihi, aynı zamanda Körfez’in zaafına da zemin hazırlamakta. Çünkü senaryodaşı Ahmet Büke yahut bizzat kendisi için senaryoya yardım ve yataklık eden bir yaşanmışlık söz konusu edildiğinde bile izleyicide tebellür eden izlenim, Selim’in hislerinin dile getirilişindeki içselleştirilememe meselesi… “Bu kadarı kadı kızında da olur.” da denebilir ama ben bu ilk filmiyle Emre Yeksan’a ümit beslemek niyetindeyim.

Türk Sineması’nda kimselerin sıvanamadığı bu yolda emin adımlarla ilerlemek niyetindeyseniz biraz daha ıstırap çekmelisiniz Emre Bey; gözlem de bir yere kadar. Bir de onca ödülü pek önemsememek şart.

Hayat gibi sanat da bir yolculuktur. Türk gibi başlamak yetmez ki!