Cumhurbaşkanımızın çağrısından sonra meydanlarda kaç gün bulunduk, saymadım, merak da etmedim. Fakat daha ilk günden beri içimde inanılmaz bir çatışma var. Geçen otuz yılla ilgili büyük bir hesaplaşma içindeyim. Bir intikam düşüncesi beni esir etti. Onlar anlamayacak biliyorum, onun için izah edeceğim: Bu intikam onların bildiği intikam değil, kastımız anlamadıklarını yüzlerine vurma ameliyesidir.
1987’de iki aya yakın devam eden başörtüsü eylemlerinden bu tarafa ilk defa bu kadar uzun bir süre meydanlarda kaldık. O zamanlar bizimle birlikte üniversite sıralarında olup birilerinin çok hoşlandığı “ortalama Türk tipi”ni temsil eden öğrencilerin önemli bir bölümü bugün de meydanlarda yoktu. Çünkü o eski zamanların insanları meydanların gereksizliğini, bizlerin serseri ve maceracı öğrenciler olduğumuzu söylerdi. Bizim, hayatta başarılı olmak açısından güvenilmez insanlar olduğumuzu yüzümüze karşı söylemekten de çekinmezlerdi.
Hâlbuki daha o zamanlardan itibaren bugün alçaklığı tescillenmiş kişilerin bizlere karşı düşmanlığı ayyuka çıkmış ve tehlike çanları çoktan çalmaya başlamıştı. Siyasî faaliyetlerimiz bugünün alçakları tarafından gözümüzün önünde devletin ilgili kurumlarına gammazlanırdı ve o günkü devlet de bizleri fişlerdi. Bu fişleme işi hiç bitmedi. Bizler Irak, Cezayir, Karabağ ve Bosna hadiseleriyle ilgili çalışmalar yaparken onlar “iyi çocuklar”la iş tutmaktan keyif alırdı.
Hiç unutmam, 9 Eylül İlahiyat’ın konferans salonunda 1992’de bizim arkadaşların düzenlediği Bosna’ya destek amaçlı bir konferansta Bosna’da şehadetin öneminden bahsettiğim bir anda bugünün alçakları, protesto amaçlı topluca salonu terk ettiler. Hatta onların içinden sonradan Zaman gazetesinde çok önemli mevkilere gelmiş bir alçak “bugün şehit olmak dangalaklıktır” cümle-i rezilini üzerimize sıçratmaktan çekinmedi. Yıllar boyu hepsi el üstünde tutuldular. Bunlar acı hatıralardır. O taife zaman içinde anılan fakülteye ne kadar hâkim oldu, bilemiyorum. Çünkü onlar iyi insanlardı, etliye sütlüye karışmaz insanlardı.
Karışalım kardeşim, etliye de karışalım sütlüye de. Bugün devlet dahi anladı, etliye sütlüye karışmayan ortalama Türk tipinin başkalarının etlisinde ve sütlüsünde garnitür olduklarını.
15 Temmuz gecesi olanlar çok önemlidir. Milletimiz, o gece yıllarca kendisine dayatılan ortalama Türk tipine isyan etti. Devlet meydanlara gelmemizi istedi, açıkça bizi yasadışı eylemlere çağırdı. Eyvallah, bütün bir millet olarak geldik ve günlerce meydanlarda kaldık. Meydanlar önemlidir, gerekli zamanlarda orada olmak lazım, bunu biliyoruz. Ama bu çağrı aynı zamanda bir yanılgının ve pişmanlığın da itirafıdır. Çünkü ortalama Türk tipi devletin projesiydi. Yıllarca onları besleyen ve büyüten devletin bizatihi kendisiydi. Hamdolsun, devletin yıllarca bütün kamuoyuna dayattığı bu kimliksiz ve kişiliksiz ortalama Türk tipi “başarısız” oldu ve iflas etti. Bu ortalama Türk tipinin içinden birçok mücadelesiz kimse gidip FETÖ’ye asker oldu. Ortalama Türk tipine dâhil olup da onlara asker yazılamayan bazı hatırasızlar da hâlâ o gece ne olduğunu anlayabilmiş değildir. İnanın meydanlarda yoktular, ilk iki gün onları meydanda görmedim.
Meydanlarda devletin yıllarca güven duymadığı, düşman gördüğü kavruk yüzlüler, yarınlardan beklentisi olmayanlar yani çarıklı erkân-ı harp takımı vardı ve onlar orada geçici bir süre için kahraman olarak görüleceklerini biliyorlar. Biliyoruz, devleti yine onlar gibi olanlara teslim edecekler. Bunun ilk örneklerini yine meydanlarda ve meydanların piyasaya yansıyan hâllerinden görüyoruz. Bizim tarafın çocuklarından bazıları meydanlara günün anlam ve önemine binaen yazılar karalayıp afişler asarken sizinkiler onları yine polise şikâyet etti, halkı bizimkilerin üzerine saldırttı. Çünkü onlar yine üçüncü günden itibaren sahnenin hâkimiydiler. Yahu bari ateşli bir konuşmanın ne olduğunu öğretseydiniz. Eşek, bilmediği otu yerse başı ağrırmış. O kadar zaman içinde öyle dişe dokunur bir konuşmaya şahit olmadık. Koskoca Konak Meydanı’nda tek bir ateşli konuşma yapıldı, o da yılların bir ülkücüsü tarafından.
İzmir Konak Meydanı’na kurulan sahnenin hâkimi olanlar kendileri bir konuşma, afiş, bildiri, pankart, slogan üretmedikleri gibi bu yönde bir faaliyete de geçit vermediler. Reis’in millete yaptığı vurguya rağmen son gün İzmirli “STK’lara onur belgesi verilmesinin anlamı da anlaşılmadı. Galiba o STK’lar olmasa bu darbe girişimi durdurulamayacaktı. Hani milletti darbeyi durduran, hani milletti meydanları dolduran. 15 Temmuz’da Reis’in çağrısıyla milletin kiminle savaştığı hiç mi anlaşılmadı?
Oysa meydanların gerçek sahipleri bize çok şey söyledi ve söyleyecek. Bu meydanlar kocasını şehit verdiği hâlde bir damla gözyaşı dökmeyen çarşaflı kadının asaletini gözümüzün içine soktu. Aynı şekilde kocasının şahadetini “milletimizin geleceğinin kefaleti olur inşallah” şeklindeki sözleriyle tarihe altın harflerle işleyen muhteşem kadının kim olduğunu dünya âlem öğrendi. Bunlar bir zamanlar devlet için tehlikeli tipler değil miydi? Niçin yıllar boyunca onlardan korktuğunuzu anladınız değil mi? Bu insanların sizin gibilere değer vermediğini, dertlerinin sadece “bu ülke” olduğunu öğrenmiş olmalıydınız. Eyvallahı olmayan insandan korkulur.
Meydanlarda, sokaklarda önemli çıkışlardan birini de o tamirci çırağı kılıklı motosikletli çocuklar yaptı. O gün devletin ve onun temsilcilerinin önemsemediği, dışladığı; hiçbir “resmî” davete katılmayan bu tamirci çırağı tipli, ortalamanın tamamen dışından gelen onaylanmamış “serseri”ler “devrimin elebaşları”ydılar. O gün gerçek bir “devrim” yaşandı. Herhangi bir sınavın birincisi olmayan, sıralamalarda adı geçmediği için burslarla zehirlenmeyen, devletin tanımadığı devrimciler; bütün şehitlerimiz ve onların acılı aileleri, şehitlerimizin dostları, meydanları, sokakları dolduran bütün bir millet o gün Reis’in liderliğinde Türkiye’de büyük bir değişimin altına imza attı. Bu değişimi yarınlara taşımak hepimizin bir vazifesidir, o sahnelerinde kendilerinden başka kimseye geçit vermeyenlerin değil.