Kokusu silinmeyen hatıralar

Bazen geriye dönüp baktığımızda, geçmiş zaman bir film şeridi gibi gözümüzün önünde canlanır. Bazen unutulmuş, hatırlamayacağınızı zannettiğiniz bazı küçük sahneler belirir. Siz istediğiniz zaman değil, öylesine gelirler bazen. Bunu hatırlatan küçük detaylar olsa da bizler çoğu zaman o hatıra canlandırıcı detaylara dikkat etmeyiz. Koku, kitap, cümle, eski bir kalem, silgi, şarkı, giysi, çiçek, böcek… Bilemiyorum, ama mutlaka bir yardımcı kahraman vardır hatırlarımızı yıllar sonrasına taşıyacak olan. Mesela kokulu silgiler, yeni çıkmışlardı, üzerlerinde “arı maya” resmi vardı. 80’li yıllarda çocuk olanlar mutlaka bilir bunu. O silgiyi tekrar bulup koklarsanız sizi bir anda ilkokul hatıralarınıza götürebilir. Hâlâ var mı o silgilerden bilmiyorum. Gerçi şimdi neler yok ki. Ama bizim buralarda kokulu silgilerin, renkli ve havalı kalemlerin ayrı bir hatırası var. Okulda elinde buna benzer yeni ve farklı bir şey olduğunda arkadaşların yanına gelir ve “nerden aldın buni, Türkiya’dan mi?” diye sorarlardı. Bir yakının ya da sen Türkiye’den yeni dönmüşsen mutlaka çantanda onun havasını da getirebilmişindir. Sadece silmek için kullandığın o silgi bile çok kere akrabaları, uzun yolculukları, ziyaretleri, İstanbul’un sokaklarını, kırtasiyeleri, o sevinci ve çocukluğunu geri getirebiliyor.

Bu bir silginin hikâyesi gibi görünse de aslında yılların arasında üç ayrı ülkede yaşamış ama aynı okulda okumuş çocukların hikâyesidir. Yıllar önce babam elimden tutup okula götürmüştü, birinci sınıfa kaydımı yapmadan önce okulun pedagoguna uğradık, pedagog küçük bir sınav yapardı okula hazır ya da değil diye, çünkü tam yedi yaşında değildim. Türkçe bilmiyordu kadın, ben de Makedonca bilmiyordum henüz, arada babam tercüme ediyordu soruları. Kadın resimler gösteriyor, “bu nedir?” diye soruyordu. Bütün o sorulardan ve resimlerden bugün aklımda kalan sadece bir yeşil ördek resmi. Muhtemelen renkleri bilip bilmediğimi sormuş olabilir, canlı-cansız varlıkları belki, suda yaşayan hayvanları belki hatırlamıyorum. Okula başladım; okul, üç ayrı dilde eğitim veriyordu. Türk sınıfı, Arnavut sınıfı, Makedon sınıfı diye sınıflara ayrıldık.

Bir zaman sonra “ant içme töreni” vardı, öğretmenimiz hepimizi tembihlemişti, beyaz gömlek giymemiz gerekiyordu. Kırmızı fularımızı ütüleyip boynumuza, kızıl yıldızlı mavi partizan kasketimizi de başımıza takacaktık. Heyecanlandık tabii, öğretmenimiz “haydi küçük piyonerler marş marş” dedi, büyük salona kadar sıra sıra dizilip asker yürüyüşü yapar gibi yürüdük. Çocuk aklı işte, aklımda “ant içme” gibi bir cümle dolanıyor, nasıl içeceğiz biz bunu, ya tadı kötüyse diye düşünüyorum. Önümüzde kocaman bir Yugoslavya bayrağı, altından geçip öğretmenimiz ne dediyse söyledik, ardından da birer çikolata verdiler. Tadı acı değildi yani. Sınıflara döndük ve okul hayatımız böylece başlamış oldu. Her sınıfın yeşil tahtası üzerinde Tito’nun resmi vardı. Partizan marşları, Kozara kahramanlıkları, Yugoslavya haritası, tüm cumhuriyetlerin sınırlarını ve Yugoslavya’ya ait her şeyi öğrendik. İkinci Dünya Savaşı’nın zorlukları, savaşan partizanların Yugoslavya’yı nasıl kurduklarına dair tarihi bilgiler, bunun yanında elbette ki Yugoslavya Milli Marşı’nı da ezberledik.

Okulda öğretilen bütün bu bilgilerin yanında, elimizde sıkıca tuttuğumuz renkli silgileri koklamakla da meşgul oluyorduk. Tabletler yok, bilgisayarlar yok; Türk tarihi ya da İstiklal Marşı öğretilmezdi okulda. Müfredatta ne varsa o. Öğretmenler zaten kontrol altında, arada sırada müfettiş geliyor, neler öğrendiğimize dair sorular soruyordu. Çocuktan al haberi misali. Bu yüzden de her şeye dikkat ediliyordu.

İlkokul beşinci sınıfa geldiğimizde Yugoslavya dağılmaya başlamıştı. Okulda elimizde hâlâ renkli silgiler ve yeni gelmiş dolmakalemlerimizle yazdıklarımızı silmeye devam ediyoruz. Makedonya bir taraftan bağımsızlığını ilan ediyor, diğer özerk cumhuriyetler de aynı şekilde; Hırvatistan karışıyor, Bosna’da savaş, Kosova ayrı bir dert, Karadağ suskun, Makedonya suskun. Bosna savaşı sırasında okula Bosna’dan gelen çocuklar kaydını yaptırıyor. Savaş en çok da onları etkiliyor. Savaş psikolojisi altında, “acaba bize sıra ne zaman gelecek?” sorusunu dillendirmesek bile her gece yastığa başımızı koyduğumuzda aklımıza takılıyor. Artık Yugoslavya yok. Makedonya Cumhuriyeti bayrağını seçiyor, milli marş için görüşmeler yapılıyor. Tito’nun resimleri sınıflardan çekiliyor. Kitaplarda ve müfredatta küçük küçük değişiklikler beliriyor, Arnavutlar milli marşı beğenmiyor, sorunlar çıkıyor, her millet kendi siyasi partisini kurmuş zaten, içerden kazan kaynasa da dışardan gelebilecek herhangi bir saldırıdan da korunmaya çalışıyorlar.

İlkokul altıncı sınıftayız, Türkiye’den kitap getirtmek zordu ama biraz yol açılıyor sanki, renkli silgilerin yanına bazen kitaplar da eklenebiliyor, öğretmenler sanki biraz daha rahat anlatabiliyorlar bazı şeyleri. Doksanlı yıllar, pop müzik diye bir şey var, kasetler geliyor, okula kasetçalar alıp Türkçe müzik dinliyoruz. Çocuk dünyası içine siyaset giremiyor. Dışarda bir şeyler oluyor ama biz eğitimimize devam ediyoruz. Şiir yazıyoruz bazen, çoğunun konusu savaş oluyor. Uydu antenler beliriyor bazı evlerin çatısında, Türkiye’nin televizyon kanallarını izleyebileceğiz sevinci, Türkiye evimizin içinde olacak heyecanı sarıyor hepimizi. Sadece bir kokuyla hasretlik giderebildiğimiz Türkiye’den şimdi evimizde haberler alabileceğiz.

Doksanlardan sonra bir yanımız Makedonya’da yaşasa da buradaki Türklerin evinde Türkiye yaşatılıyordu. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ekonomik olarak ülkeler de gelişemedi. Televizyonlarda yeni bir şey yoktu zaten, özel kanallar yoktu. Devlet televizyonlarında ise Türkler ve diğer azınlıklar için belirli saatte yayınlar vardı. Bunların dışında uydu antenlerle farklı bir şey oldu. Türkiye Türkçesini daha çok dinlediğimiz için konuşurken daha az hata yapmaya başlamıştık. Daha doğrusu dilimize farklı dillerden yerleşen bazı kelimelerin Türkçe karşılığını kullanmaya başlamıştık.

Sekiz yıllık ilkokul eğitim hayatımda üç farklı ülkenin Milli Marşını ezberledim. Birincisi Yugoslavya’nın, ikincisi Makedonya’nın üçüncüsü de Türkiye’nin. Çocukluğuma döndüğüm zaman üç farklı ülkede yaşamış gibi hissediyorum. Bir düzen var; kırılıyor, parçalanıyor, kan dökülüyor, sonra yeniden kuruluyor. Fakirler zengin oluyor, devlet memurları aç kalıyor. Sonra yine ortalık karışıyor; devlet memurları rahat ediyor, köylüler şehre geliyor, şehirdekiler yurt dışına kaçıyor. Şimdilerde bir toparlanma dönemi yaşıyoruz. İlerisine Allah Kerim…

Bütün bunların yanında, şanslı mıydık? Belki. Çocuk öykülerinden çıkmış gibi bir mahallede geçti çocukluğumuz; evimizin sol tarafında Halklar Tiyatrosu, sağ tarafında Hüdaverdi Camii, yan sokakta Torbeşler, karşıda Makedonlar, diğer yanda Boşnaklar, bir üstte Arnavutlar ortada da Türkler yaşıyordu. Hâlâ öyle orası aslında. Balkanlar’ın minyatürü gibi. Kurşunlu Han’ın duvarlarını takip ederek çıktığımız Kale yolundaki yokuştan kış aylarında tüm çocuklar kızaklarıyla kendilerini aşağıya doğru bırakıyordu. Beyaz takkeli dedelerin cebinden çıkan birkaç şeker tatlandırıyordu dilimizi bazen. Sabah saatlerinde okunan ezan mahallenin dört bir yanına yayılıyor ve her zaman umutlu bir güne uyanmamızı sağlıyordu. Yazıp sildik ülkelerin adlarını belki kokulu silgilerle, ama onun kokusunu hafızamızdan silemedik.