Klâsik, Edebiyat ve Divan Edebiyatı

Yurtdışındaki bir kültür etkinliği sırasında kendisine:

– Sizin klâsikleriniz neler?

Diye soran ünlü bir Batılı’ya, şöyle bir durakladıktan sonra gözünü kırpmadan:

– Bizim klâsiğimiz yoktur!

Gibi tarihi bir karşılık verir Melih Cevdet Anday.

Tekraren: Bizim klâsiğimiz yoktur.

Beşbin yıllık bir tarihe sahip olacaksın ama aynı zamanda hiçbir klâsik esere imza atmamış olacaksın.

Anday’ın bu pervasız cevabı, kendisi gibi bütün varlığını Batıcılığa adayan yandaşları tarafından bile eleştirilir uzun bir süre. “Yaptım bir ‘Garip’lik.” diyemeyeceğine göre kendini savunmayı dener Anday bu ummadığı saldırı bombardımanı sonrasında; yandaşlarına da yaranmak için Arap-Fars etkisinden dem vurur ilkin; ardından klâsik’in yan anlamlarından medet umar. Nihayetinde haklılığını destekleyecek kimi alıntılara başvurur ama bir türlü savuşturamaz bu saldırıları. Yıllar sonra bir yazısında bu konuyu tekrar bizzat gündeme getirdiğinde de ne kadar haklı olduğunu, Türklerin kendilerine ait klâsikleri olmadığını, belki bu saatten sonra bu işin gerçekleşebileceğini dillendirir yeniden.

Üç Garip’ten birine göre sahiden de başka dillerin etkisindeki bir edebiyat asla Türk Edebiyatı, başka kültürlerin etkisindeki bir sanat asla Türk Sanatı sayılamazdı. Ne gariptir ki kimse de kalkıp Garip Hareketi diye adlandırılan o son derece ‘irtica hareketi’ ile ikinci sınıf Batılı şairler arasındaki göbek bağının hesabını sormaz Anday’a. Yahut troykanın öbür ikisine.

Ne o gün, ne de bugün.

Peki, nasıl olacaktı ‘gerçek’ Türk Edebiyatı, Türk Sanatı?

Cevap basitti ve Türklerin alfabesinde gizliydi. Nasıl ki binlerce yıllık Lâtin harflerinin bir bölümü bir gecede Türk Alfabesi’ne dönüşüvermişti, aynı şekilde Batı Edebiyatı, Batı Sanatı izlendiğinde ortaya çıkacak şeyler de bir gecede Türk Edebiyatı, Türk Sanatı olacaktı.

Evet, formül bu kadar basitti. Tıpkı Garip’in formülü gibi.

Divan Edebiyatı’nın Yabancılığı

Aslında elini vicdanına koyacak her aydın, Anday’a hak vermek zorunda. Çünkü onun ve neslinin yabancı saydığı, bütün öğeleriyle doğuydu; yaren saydığıysa bütün öğeleriyle Batı… O yüzden de meselâ edebiyatta bizim klâsiğimiz durumundaki Divan Edebiyatı, artık ‘biz’e ait değildi. Yahut biz artık ona ait değildik. Kaldı ki bu adlandırma da Batılılar tarafından, tahfif maksadıyla ve yanlış bir tesmiyedir; o ayrı mesele.

Üstelik hem siyasi, hem de edebi manâda Anday’ın tam karşısında konumlandırılan Tanpınar, ikiyüz küsur önceki dedelerimizin edebiyatının soysuzlaştırılmasında, asla küçümsenmemesi gereken bir role sahiptir. Bakınız Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin Önsöz’ü!

Bir kültür malzemesi, o kültüre yabancı bireylere öğretilirken, öğretilen malzemenin o bireylerde varolan kendilerine yakın öğeleriyle karşılaştırılarak ve onların üzerinden aktarılır. Ardından da benzerlik ve farklılıkların üzerinde durulur ve temel kavramlar, ana olgular, birbiriyle çelişmeyen bir bütünlük içerisinde, öğrenenin zihninde bir yapı teşkil edecek tarzda sıralanır.

Belli: Divan Edebiyatı, bütün içeriği ve öğeleriyle günümüz bireylerine ‘yabancı’dır. Bu yabancılaşmaya ağıt yakmanın âlemi yok. Bu artık böyle. Öyleyse Divan Edebiyatı’nın öğretilmesi için kendisiyle karşılaştırılacak bir başka edebiyata gereksinim var demektir. Peki böyle bir edebiyat var mı? Yok!

Daha mühimi, bırakalım öteki öğeleri, Divan Edebiyatı’na özgü duyarlılığın anlaşılması ve anlatılması, öyle her babayiğidin harcı da değil. Hele hele lise düzeyine indirgenecek bir iş hiç değil. Arapça’nın şahikalarında gezinen bir dil zevkinin; İslâm dünya görüşünün ürünü ama aynı zamanda rind-meşrep bir hayat kavrayışının; kendisiyle, çevresiyle ve tanrısıyla mükemmel bir uyum içerisinde yaşayan bireylere özgü bir ‘ahenk’ anlayışının harika yansımalarının tedrisi, öyle Cumhuriyet slogancılığına sığdırılacak bir iş hiç değil. O yüzden de mesele, failâtün failâtün failün düzeyinde seyretmekte. Hele bu iş, Arapça’ya vukufiyet kesbetmeden, tasavvufun temel yaklaşımından haberdar olunmadan, hele hele bugünkü zihni kaosun tam zıddı bir iç ahenk ve dış ahenk kıvamına bürünülmeden asla gerçekleşmez. Ne yani, Divan Edebiyatı şairleri o dizeleri McDonalds’larda fink atan torunları için mi dillendirdi?

Bütün Batıcılar Haklıdır!

Birileri, “İyi ama İngilizler daha ilkokulda Shakespeare dersi okutuyorlar.” diyerek pişmiş aşa su katmayı deneyebilirler tam burada. Fakat unutmamalı ki Frenkler’in, ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmak gibi yüce emelleri yok.

Zaten şu lise edebiyat derslerine bir göz atıldığında da hemen kesiliverir bu itiraz sesleri: Hiçbir işe yaramazlığını öğretmenlikle örtmeye çalışan, kendinden ve mesleğinden hazzetmeyen bir kısım sığ görüşlülerin (Toplum içinde bu sığ görüşlülere kısaca ‘sağ görüşlü’ denmekte.) öğrencilerin üzerinde otorite kurmak için başvurdukları sınavlardaki en ‘kazık’ sorulardan ibaret, tuhaf, anlamsız, saçma, yersiz, gereksiz, işlevsiz, ruhsuz kalıplar: failâtün, failâtün, failün… Yok sevgilinin kaşı derken aslında başka şeyi anlatmak istiyorlarmış da… aşk derken de ilâhi aşkı kastediyorlarmış da, meyhane derken cami demek istiyorlarmış da, falan filân. Bir sürü ipe-sapa gelmez söz yığını…

Hangi edebiyat hocası öğrencilerine bu kalıpların bir kalp atışının ahengini temsil ettiğini, bu ritmle doğanın ritminin tıpkılığını, zaten klâsik edebiyat anlayışımızda, doğadaki ahenk anlayışının karşılığının sanatta da yakalanmaya gayret edildiğini, bu sebepsiz ve gereksiz gibi görünen kalıpların ve yapıların içerisinde sanatçıların cirit atmalarının derinliklerine girildiğinde ne mahir zevklere şahit olunabileceğini, biraz gayretle, açılmaz gibi görülen bu ‘küflü’ anlam kapılarının ardında ne tür zihni hazların gömülü kaldığını öğretebilir ki! Varsa yoksa birkaç kalıp ve falanca filân yüzyılda yaşadı; filân beyitler de onun. Bu kadar. Birkaç beylik bilgi, bolca ukalâlık ve acımasızca tehdit.

Orhan Veli Dururken…

Hem ne dediği şıppadanak anlaşılan Orhan Veli’ler, Cahit Sıtkı’lar, Melih Cevdet’ler, Fazıl Hüsnü’ler dururken o içinden çıkılmaz lâbirentlerde dolaşmayı kim ister ki! Şunun şurasında ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmamıza kıl payı kalmışken…

Kültür emperyalizmi altındaki her ülkede, ufak tefek replik farklarıyla hep aynı oyun tertiplenmiyor mu? Franz Fanon’un Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda anlattığına göre, Fransızlar uzun yıllar Cezayirli çocuklara “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak istiyorsanız kesinlikle logaritma cetvelini hatasız ezberlemelisiniz.” diye belletmediler mi? Kimileyin en gereksiz şey öğretilir, kimileyin de en gerekli plân öğretilmez; bazen de eksilterek, çarpıtarak öğretilir. Oyunun kuralı bu.

Madem ki Divan Edebiyatı bahsinde o edebiyatın ruh dünyasının haritası bile çizilemiyor, madem ki insanların kendilerini ait hissedecekleri bir geçmişlerinin bulunduğu belletilmektense o derslerde kızıl iftiraların atılması için fırsat kollanıyor, o hâlde doğru-dürüst bir şeyler yapılmalı. Yoksa yarım doktor insanı candan eder, yarım Divan Edebiyatı ahenkten…

Divan Edebiyatı Beyanındadır

Son birkaç cümle İsmail Hâmi Danişmend’den. İmlâsına dokunmadan elbette:

“Uzun ve dolambaçlı göç yollarından geçerek şimdiki vatanlarına yerleşmiş büyük milletlerin edebiyat tarihleri nihayet bin yıllık bir maziye kadar çıkabilir. Mesela İngiliz edebiyatının en eski vesikaları ancak onbirinci asrın “Anglosakson” metinlerine dayanmaktadır. Sekizinci asırdan on-üçüncü asra kadar pek mahdut birkaç vesikadan başka bir şey bırakmayan Alman edebiyatının asıl tarihi devri on-üçüncü asra izafe edilen “Nibelungen”lerle başlamış sayılır. Muhtelif muhacir lehçelerinin Latince’yle ihtilâtından hasıl olan Fransız dilinin edebiyat tarihi de onuncu asrın “Chansons de Geste” denilen destanlarıyla başlamıştır. (…) Oğuz Türkler’inin gerek doğudan batıya doğru yaptıkları büyük muhaceret, gerek “pastoral” denilen göçebe kültür dairesinden “islamo-ide” denilen Müslüman kültür dairesine intikal suretiyle geçirdikleri coğrafi, tarihi ve medeni tahavvüller hep bin yıllık bir zaman dairesine sığan şeylerdir. (…) Edebiyat tarihimizin nihayet İslam devrine münhasır manzarası işte bu vaziyetin pek tabii neticesidir. Hatta “Orhon ve Yenisey” kitabeleri gibi İslamiyet’le alâkadar olmayan en eski vesikalarımız bile kronoloji itibariyle Müslümanlıktan bir asır kadar muahhardır. Zaten pek mahdut bir “epigraphie” dairesi teşkil eden bu mâhkukât metinleriyle saz şairlerinin doğrudan doğruya “Folklore” sahasına giren edebi mahsulleri alâkadar ilim sahalarına bırakılmak suretiyle, Oğuz Türk edebiyatı demek, Divan edebiyatı demektir.

Hatta son zamanlar “Tanzimat Edebiyatı” dediğimiz devir bile onun biraz daha yenileşerek devamından başka bir şey değildir. İhzari teşekkül itibariyle beraber dokuz asra yakın bir zaman Türk edebi kültürü, işte bu Divan kültüründen ibarettir. Arap ve İran tesirinden bahsederek bunu istihfafa kalkışmak, netice itibariyle bütün Türk edebiyatını istihfaf ve inkâr etmek demektir. Çünkü ondan evvel ona benzer bir şey bulamayacağımız gibi, ondan sonra da henüz öyle bir şey vücuda gelmemiştir.

Divan edebiyatında bilhassa vezin ve şiir şekilleri itibariyle Arap ve mecazlarla mazmunlar itibariyle Acem tesiri bulunması, bu edebiyatın milli mahiyetini ihlâl edecek bir vaziyet değildir.” (Türklük Meseleleri, İsmail Hâmi Danişmend, s. 167, İstanbul, 1966).

Demek ki neymiş, bir edebiyatta herhangi bir yabancı edebiyatın etkisinin bulunması, o edebiyatın milliyetine ve müstakiliyetine herhangi bir halel getirmez imiş.