17 Mart 2015’te gerçekleştirilen erken genel seçim öncesi İsrail’de yüzde 2 olan seçim barajı yüzde 3.25’e yükseltilmişti. Bir önceki seçimde 30 olan parti sayısı bu seçimde ittifaklar ile 26’ya düştü ve bunlardan 10’u Knessete (İsrail devletinin yasama organı) girebildi. İsrail’de hiçbir parti tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememişti. Siyaset analistleri, sol bir hükümet kurmanın çok zor olacağına dikkat çekiyordu. Kısa süre önce birbirine çok ağır ifadeler kullanan, yüz yüze bakamayacak halde olan liderler, kendilerine tanınan 42 günün sonunda sürenin dolmasına iki saat kala hükümeti kurdu. Netanyahu ve beş parti hiç beklenmedik bir şekilde uzlaşabilmişti. Fakat bu hiç de kolay olmamıştı. Gerekçeleri ise, “Devleti ve milleti tamamen tehlikeye atmaktansa aramızdaki ihtilafları bir tarafa atalım” şeklindeydi. Tehlikeden kasıtları ise bugün ABD’nin nükleer anlaşma imzaladığı, ambargosunu kaldırıp yeniden dünyaya entegre ettiği İran’dı. İsrail muhalefeti İran’a karşı birleşebilirken, Türkiye muhalefeti 35 yıldır bu ülkeyi kan gölüne çeviren PKK’ya karşı ortak bir adım atamadı. 12 Eylül darbesinin anayasasını değiştirecek iradeyi gösteremedi.
Bugün Türkiye, büyük bir saldırı altında olmasına rağmen devletlerini yalnız bırakan muhalefetin başını ise her zaman olduğu gibi CHP çekiyor.
Cumhuriyetin kurucusu olma payesi ile 93 yıldır bütün milli meseleleri sömüren CHP, mevcut yöneticileri ile büyük bir ihanetin kapısını aralıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, topyekûn bir kararlılıkla içeride PKK, dışarıda ise DAEŞ terör örgütleri ve bunların taşeronları ile savaşırken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “anlamsız” kelimesinin bile tam olarak karşılayamayacağı bir çıkış daha yaptı.
Adeta PKK’ya nefes olacak bir gündemi önümüze koyan Kılıçdaroğlu, seviye sınırlarını dibe çekerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef yaptı.
Kılıçdaroğlu bunu ilk defa yapmıyor.
Genel başkan seçildiği 2010 yılındaki kongrede söylediklerinden çok Başbakan Erdoğan’a “Recep bey” demesiyle gündem olabilen Kılıçdaroğlu, sonrasında siyasetin seviyesini yerin dibine sokmakla meşgul oldu hep. Kutsallara, annelere dil uzattı.
Ama mevzumuz bunlar değil. Kılıçdaroğlu, bu ülkenin yarınlarını esir almak isteyen güçlerin yanında dururken, yaptığı bu seviyesizlikler bir kılıf vazifesi görüyor ancak.
Ekonomik anlamda büyük bir aşama kat edilen, IMF’ye olan borcun sıfırlandığı, büyüme rakamlarının olanca büyüdüğü ve halkın alım gücüne güç katıldığı 2013’te yaşatılan ve belki de Türkiye’nin yıllarına mal olan Gezi olaylarını hatırlamak şart. “Ağaç protestosu” henüz büyük bir kalkışmaya evrilmeden ve terörize edilmeden sahneye çıktı Kemal Kılıçdaroğlu. Gezi olaylarını kurumsal olarak desteklediklerini açıkladı. CHP daha ilk günlerde vekilleri ile birlikte gösterilere katılıp, destekleyici yürüyüşler düzenledi. Ardından Türkiye yangın yerine çevrildi günlerce. Bankaların, kamu araçlarının yağmalandığı günlerde konuşan Kılıçdaroğlu, sokak teröristlerini tek tek alınlarından öpmüştü. Gezi’de oluşan sol sinerjiyi oya çevirmenin de aç gözlülüğü ile ülkeyi hedef alan bir kalkışmayı desteklemişti Kılıçdaroğlu.
Ardından 17-25 Aralık darbe süreçlerini yaşadık… Devletin kılcal damarlarına sızan Fethullah Gülen örgütü, Kılıçdaroğlu’nun da içinde olduğu “siyaset kurumunu” esir almaya kalkışmıştı. Hedef AK Parti’ydi ama darbeciler belli kurumlarını kontrol altına aldıkları devleti de ele geçirmek istiyordu. Bu çok açık bir şekilde ortadaydı ve Kılıçdaroğlu yine darbecilerden yana olmuştu. Erdoğan’ı devirmek isteyenlere siyasi cesaret verdi, yol gösterdi.
7 Haziran’da sandıktan koalisyon çıkması ile saldırıya geçen PKK’ya karşı durmayıp, kendi menfaatleri için ince hesaplar yapan muhalefet partileri, AK Parti’yi hem içeriden ve hem de dışarıdan gelen terör saldırılarında yalnız bıraktı. Devlet ve milletin bekasını hiçbir şekilde öncelemedikleri için de 1 Kasım seçimlerinde büyük bir yenilgiye uğradılar.
Fakat bu da ders olmadı. Zaten ders çıkarmak, yanlışları görmek, halkın iradesine koşulsuz, sorgusuz sualsiz ve amasız saygı duymak gibi bir anlayışa sahip olmadıklarını çok daha net bir “duruş” ile belli ediyorlar artık.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, sözde yönetmeye talip olduğu Türkiye bugün PKK’yı kökten kazımak için büyük bir mücadeleye girdi. Devlet, tüm güçlerini birleştirerek ilk defa polis, asker ve özel eğitimli güvenlik güçleri ile PKK çıbanının üstüne bu denli gidiyor. Dağları ayrı, sokakları ayrı temizliyor. Barikatlara, hendeklere ve kalkan yapılan sivil halka rağmen, adeta iğneyle kazıyarak yapılan operasyonların karşısında ise yine Kılıçdaroğlu var. Hendekçi teröristlere “arkadaşlar” diyecek kadar samimi ve içten bir duruş sergiliyor devlete karşı.
Türkiye bu süreçte PKK ile mücadeleyi arttırırken bir yandan da 12 Eylül Anayasasını değiştirmek için kollarını sıvadı. AK Parti’nin 3 Kasım 2002’den beri vaat ettiği ve zemin olarak bir noktaya getirdiği yeni anayasa, bu dönemin en önemli gündem maddelerinden biri ve yoğun bir mesai için hazırlıklar başlıyor.
İşte tam burada Kılıçdaroğlu yine devreye girdi. Komisyonların kurulma aşaması yaşanırken yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef yaptı. 2007’de AK Parti’ye Cumhurbaşkanı seçtirmek istemeyen güçler şimdi de anayasa yaptırmak istemiyor. 2007’de AK Parti’ye Cumhurbaşkanı seçtirmek istemeyen o güçler, Deniz Baykal’ın CHP’sini kullanmıştı. Hatırlayalım… AK Parti’nin kimi aday göstereceği daha hiç konuşulmazken Deniz Baykal çıkıp, “Cumhurbaşkanını bu meclis ve AK Parti seçmesin. Seçim yapalım, yeni TBMM belirlesin” demişti.
Türkiye ne zaman nefes almaya kalksa, huzurun, istikbalin ve demokrasinin kapısını aralasa, ihale edilmiş ihanet devreye sokuluyor. Bu ihanetlerin emanetçisi de hep CHP ve yöneticileri oluyor. CHP, müzakere edilebilir bir parti olmaktan çok “mücadele edilebilir” bir operasyon merkezi haline gelmiş durumda. Hepimizi yakından ilgilendiren ve tarihi bir öneme sahip yeni anayasa sürecinde bizleri nelerin beklediğini tahmin etmek güç değil. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun CHP’si yine ‘istemeyizciler’in, hendekçilerin, FETÖ üyelerinin ve daha ne kadar fitne unsuru varsa onların yanı başında duruyor olacak.