Neşet Ertaş’ın ünlü Kendim Ettim, Kendim Buldum adlı türküsü, hem hikâyesi acı bir aşk türküsü, hem de artık mensubu zor bulunur bir kader anlayışının bayraktarı. Öyle ya, farkettirmeden sıkı bir determinist eğitim sürecinden geçirilen zamanımızın insanı, iş kader mevzuuna gelince yanlış yollara sapmaktan kendini kurtaramıyor. Hâlbuki ettiğini bulmaktan başka ne geliyor ki başımıza?
Abdalların sonuncusu Neşet Ertaş’ın “Kendim Ettim, Kendim Buldum” türküsünü handiyse bilmeyenimiz yoktur. Kimbilir kaç kere dinlemişizdir hatta. Ama gaflet dolu muydu bu dinlemeler yoksa idrak yüklü mü?
Hikâyesi de tuhaftır bu türkünün. Ve zamanımızda bahsi geçen bu hikâyeye kulak misafiri olmak aslında sadece birkaç tık ötemizde.
Peki bu iç burkan hikâyeden sahiden etkilenebilmek? O hikâyenin artık iyice cılkı çıkarılan aşk-meşk taraflarını değil, türkünün ‘maksadını’ kavramaya güç yetirebilmek kabil mi? Hatta yüreği, hallaç pamuğu misali bozkır yeline savuran bu hikâyenin derinlerinde saklı manâ öbeklerine nasibince sarkmayı göze alabilmek ne kadar muhtemel? Zorların zoru dava. Çünkü “Kendim Ettim, Kendim Buldum” türküsü o en büyük meselemizin ta göbeğine davet etmede bizi.
Tekraren.
Malûm, kader en büyük imtihanımız. Nice devasa zihinlerin takılı kaldığı mania.
Ve aynı zamanda, tam kavradım derken elden avuçtan kaçıveren bir yavru ceylân.
Demek ki etrafında ne kadar tavaf etsek kâfi gelmez. Öte yandan insan, içinde bulunduğu tavafı tamamlamadan dahi görüş değiştirebilen, en azından bakış açısı farklılaşan, o yüzden de çevresine ve orada olup bitenlere yönelik tespitleri de farklılaşabilen bir varlık. Bütün o değişim zannı içerisinde değişmeze, değişmezliğe ulaşması beklenen.
Zaten kimileyin zihni, kimileyin de ruhu kemiren yahut kemirmesi beklenen böylesi demir leblebi meseleleri tekrar tekrar evelemek, olmadı, yine gevelemek; hiç eksilmeyen, dahası gittikçe kavileşen bir Maraş otu gibi ağızda saklamak, insanın hem vazifesi, hem de çıkmazı değil mi? Bazen damağa yapışır böylesi meseleler, bazen dilin altına kaçar. Ama hep orada kalır. Bizi en zayıf ânımızda yakalayıp sırtüstü yere çalmak için bitimsiz bir pusu kurar pozisyonda.
Yine de böylesi kavi meseleler, insanı uyuşukluktan ve gafletten kurtarır; Maraş otunun zıddına. Hissiyatını diriltir hatta.
Etme-Bulma Dünyası mı?
Doğrusu kendim ettim, kendim buldum tarzındaki cümleleri çoğunlukla pişmanlık kastıyla kullanırız. Hatta bu pişmanlık, iş işten geçtikten sonra farkına varılabilecek bir tereddüt, şüphe veya kendini sorgulama niyetinden çok, ancak atılan o adımla ortaya çıkan sonuçtan memnun kalınmadığında dile getirilir. Verilen o kararın, atılan o adımın, o tercihin sonucu ne olursa olsun, bizzat o adımın veya kararın kendisini sorgulamak kastıyla değil.
Dolayısıyla insan, böylesi bir sorguya girişmekten kaçınıp ancak başarısızlık durumunda yanlış karar alma ihtimalini hesaba kattığı için de benzer durumlarda benzer kararları alabilmekte veya benzer adımları atabilmekte. Ve hatta bir ömür farkına varmadan kendini tekrar edebilmede. Sorsan kısır döngüden nefret eder. Dolap beygirliğinden.
Zaman zaman herkesin diline dolayabileceği, hatta düpedüz doladığı şu insanın kendi ettiğini bulduğu ifadesi, bu ifadenin içeriğindeki kabulü de beraberinde getirmekte mi sahiden? Yoksa tam da bu cümleye sığınılarak etme-bulma denklemi gizliden gizliye bozulup “Filân konuda şöyle yaptığım için böyle oldu.” tarzında bir alan veya etki daraltmasına mı gidilmekte?
Haydi bir adım daha atalım, kişi bu iddiayı dile getirdiğinde, sahiden de günümüzün yaygın kabulüne uymayan bu kader anlayışına sığınmış mı oluyor yoksa nefsi bu kişiyi kaderin hakikatinin cümle kapısının önüne taşıyıp o kapıda asılı tokmağı çalmasına perde mi teşkil ediyor?
Ne Ettim de Ne Buldum?
İyi ama insan kabahatini farkettiği bir ânda, ne ettiyse onu bulduğunu kabullenmesinde ne gibi bir hata var ki? Yanlış bir kullanım değil elbette bu. Ama eksik. Öyle ya, insanın hissettiği pişmanlık ne denli ağır bir kesafet arzederse etsin, sadece bahsi geçen o duruma mahsus kalmışsa hususiden umumiye geçilememiş demektir. Hâlbuki bu dünyada başımıza ne gelmişse yahut kimin başına geleni hayhuydan ayırt edebilmişsek beheri de bu hususiden doğru bir tarzda umumi kaideye ulaşmak için yaşantılanmış değil mi?
Öte yandan geçmiş zamanda işlediğimiz bir hatanın akabinde, benzer hatayı tekrar ede ede günün birinde nihayet ders çıkararak hakikati kavramaya yakınlaşabiliriz de. Dünyanın hakikatinin perdelendiği sırra: İnsanın bu dünyada bulduğu, ancak kendi ettiğidir.
Biz aslında ancak ne zaman ve nerede doğacağımız, kimler tarafından peydahlanacağımız; cinsiyetimiz, milliyetimiz, boyumuz, posumuz gibi belli-başlı, üstelik herkes için geçerli ve aynı durumlar haricinde, kararlarımızın, eylemlerimizin, tercihlerimizin ve bütün bunları alttan alta yönlendiren kabullerimizin ya tutkunuyuz veya tutuklusu.
En Büyük İmtihanın Kapısında
Dilerseniz meramımızı türkü üzerinden ifade etmeye çalışalım. Malûm, türkünün ilk mısraı “Karadır şu bahtım kara”. Yani ozan bize ilkin bahtının karalığını ifade ediyor. Ne demek baht? A…h tarafından ezelden belirlenmiş kısmet.
Peki soru şu: İnsan kadere inanıyorsa ve dolayısıyla da bahtının karalığını da kendinden değil de nasibi gereği Rabb’inden biliyorsa nasıl oluyor da kendini bulduğunun müsebbibi sayabiliyor?
Kader çetinlerin çetini bir dava. Ya yoksaymayı tercih etmede insan yahut ucuz çözümlere başvurmada. Şimdi soralım: İnanan bir kul için hangisi evlâdır? Aklı başında birçok kişinin takılıp kaldığı bu mevzuda, kendi tercihlerinin yıkıcı neticelerini açıkça kabullenmektense kabahati çaktırmadan kaderine yüklemesi mi yoksa ümmi Neşet Ertaş gibi bulduklarını, kendi ettiklerinin tabii bir neticesi sayması mı?
İnsanın bu dünyada bulduğu, kendi ettiğinden başkası değildir.