Kendi müziğini aramak

Rahatsız edici bir soruyla başlayalım: Siyasetten, tıptan ve özellikle de edebiyattan ve sanattan anlamayan bir babayiğide rast geldiniz mi hiç zamanımızda? Boşuna yormayın zihninizi; bulamayacaksınız. Bir tanecik bile hem de. Çünkü siz görmezden gelseniz de bu topraklarda doğan her er kişi, (Evet, bu kez özellikle er) bırakalım siyaset tahsil etmeyi, mektep medrese görmese dahi memleket meseleleri ile ilgilene ilgilene siyaset uzmanı kesilir. Biraz soğuk almayagörün, defter defter reçete yazmaya kalkarlar size. En iyi niyetlisi dahi birkaç bitki tavsiye eder.

Söz edebiyattan açılmaya görsün bir de. Siz o babayiğitleri asıl o zaman görmelisiniz. Nice tatlı hatıra ve şaşılası tespit sökün eder. Okuldayken her yazısını duvara asıveren edebiyat hocası bahsi gelir arkadan da.

Aynı tipin müzik uzmanı kesilmeyeceğini nasıl düşünebilirsiniz? “Her Türk asker doğar!” sözü kadar yanlış bir söz olabilir mi hiç! Her Türk, asıl müzisyen doğar; müzisyen, şair, yazar, hekim, hâkim… Yerine göre.

Liste uzar gider, ta arşa kadar.

Bu kendini her şeyden anlar sayan tipin iki önemli kaynağı vardır; tartışılmaz önem atfettiği ve sarsılmaz bir biçimde iman ettiği gazete ve televizyon. Söz konusu müzikse ikinci kaynak birinciye galebe çalar hâliyle. 

Ne dinlemeli? Nasıl dinlemeli?

Ben de bugün size Türklüğümü, müzik sahasında sergileyeceğim müsaadenizle.

İlgilendiğim konular arasında hiçbir inde bu kadar açık ve kesin öneriler veremem. Başlıyorum:

Yolun başında rahat gitmeli. Canınız ne çekiyorsa onu dinleyin. “İyi ama biz bunu zaten yapıyoruz.” demeyin. Dinleyin! Önünüze ne geliyorsa, o ân canınız ne çekiyorsa dinleyin. Ama şu şartla: Gerçekten müzik dinlemek istiyorsanız, dinlediğinizin daha iyisinin var olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Sevdiğiniz tür hangisiyse önemi yok bunun. O türün daha iyi örnekleri daima vardır.

Evet, dinlerken ağzınızın tadının kaçması pahasına. Ve o daha iyiyi arayıp bulmaya gayret edin.

Beğendiklerinizin, en beğendiğinizin de daha iyisi var ve müzik dinlemek demek, o daha iyi müziği keşfetmek demek.

Tabii ki gerekirse bir ömür boyu. Doğru, müzik dinlemek demek, bir ömür boyu dinlemeye değer o ezgiyi aramak demek. Varsayalım buldunuz. Tecrübeyle sabit, o hisse kapılabilirsiniz zaman zaman. Yılmak yok. Çünkü daha iyisi yanı başınızda. Aramak gerek. Çünkü müzikte de daha iyi, bulunan değil, aranması gerekendir.

İkinci aşamada, beğendiklerinizin kendisi değil, benzerleri var. Bir adım sonrada da benzerlerinin benzerlerini dinlemek var. Benzerliklerin sizi farklıya taşıdığını fark etmezsiniz ilkin.

Farkına varınca da tadını çıkarırsınız.

Dinlemenin hakiki tadı: Ahenk

Size bir sır vereyim mi? Müzik dinleme macerasının en zevkli evresi burası. Artık sizin için müzik üç dakikada başlayıp biten bir heves değildir bu evrede. O bilindik, beylik şarkılardan, türkülerden, hercai zevklerden kaçarsınız. Hoş, güzel, zevkli, duygulu… Artık bu sıfatları bir müzik parçası için kullanmak sizi üzmeye başlar. Farklı, çarpıcı, duyulmamış, bilinmedik, ilginç… Müzik üzerine sohbet ederken sizden en çok bu sözcükleri duymaya başlar muhataplarınız.

Son aşamada müzik ile ses, ses ile sessizlik, sessizlik ile beste, beste ile kakofoni arasında fark gözetmemeye yaklaşırsınız. Fark görmezsiniz değil, farkı hesaba katacak kıratta görmezsiniz. Bu evrede sizin için ahenk mühimdir. Onu da kimileyin bir rock parçasının isyanında bulursunuz, kimileyin bir ney ezgisinde. Artık siz sesi duymayı aşmış, zevken idrak etmeye başlamışsınızdır.

Mesele şurada: Hangi düzeyde kaç albüm hatmettikten sonra müzikte zevken idrak aşamasına yakın düşersiniz? Tahmin ettiğiniz gibi burada kemiyet değil de keyfiyet esas.

Şiir ile musiki: İki eski sevgili

Bugün biz Osmanlı sanatı dediğimizde çok başka eserleri gözümüzün önüne getirsek de, o zamanlar sanat dendiğinde akla gelen ilk alan şiirdi. Bunu sırasıyla musiki ve mimari izlerdi. Dahası o zamanlar edebiyat dendiğinde akla ilkin şiir gelirdi. Hatta neredeyse bir tek.

Aslına bakarsanız, Klâsik Türk Şiiri ile Klâsik Türk Müziği, birbirlerine yapışık bir bünyenin iki ayrı yüzü kabilindeydi. Birbirini bütünleyen.

Şiir dediğimiz serapa musiki, musiki dediğimiz ise şiire eşlik nağme…

Birbirini tamlayan bu iki nazenin, yakın zamanlarda köklerinden koparıldı ve birer asit vazosunda çürümeye terkedildi dense yeri. Geçen zaman, aralarındaki alışverişi körletti ilkin; bir şeyler irtibatlarını kopardı. İkisi de kendi karanlığına, yalnızlığına ve hüsranına gark oldu.

Yaşanan kimi filizlenmelerse, kimileyin düşman eliyle ve kinle, kimileyin dost eliyle ve gafletle heder edildi. Yahut anlayışsızlığın kör kuyusuna itildi.

Örnek mi? Şiirde Asaf Hâlet’i hatırlayın bir. Devrinin sağır kesildiği için erken kurumaya yüz tutan o yeraltı nehrini… Veya ders kitaplarına gömülen Ahmet Haşim’i. Yahut zamanımızın Yalçın Tura’sına reva görülen görmezden gelme tavrı, Cumhuriyet’in ilk zamanlarındaki Türk Müziği yasağından daha küçük bir rezalet midir? Üstelik ilki, belli bir siyasi ve ideolojik hedefin acı reçetesi niteliğinde uygulanmış sakat bir ameliye iken, ikincisi tamamen cehalet, zevksizlik, anlayışsızlık ve ufuksuzluk sonucu doğmuş bir yüz kızartıcı suç.

Şiir müziğe muhtaç, müzik şiire

Tirajı bini geçmemiş dergilerde allanıp pullanan şairler, nasıl ki onca gayrete karşın tez zamanda yerle yeksan olmaya mahkûmsa, görüntülü ortamların her gün bize servis etmekten bıkmadığı en sığ müzikal çıkışlar da aynı kaderi paylaşmaktan başka bir nasipteymiş gibi görünmüyor. Çünkü aralarında varolan, olması zorunlu tabii ve sahih irtibatın yeniden kurulması gerektiğine dair, iki cenahta da bir ihtiyaç ortaya çıkmış değil.

Bunun ihtiyacı hissedilmediği müddetçe müziğimiz ile şiirimiz, bir başlarına kendi yollarına devam etmeyi başardıklarında bile, artık başka bir şeye dönüşmüş addedileceklerdir. Hâlbuki Türk Şiiri Türk Müziği’ne muhtaç; Türk Müziği de Türk Şiiri’nin kalp atışlarını dinleme makamına bir ân evvel çıkmak durumunda.

Günümüz Türk şiirinin ahvaline dair bazı kaygılar taşıyorsanız, kaygınızın sizi sürükleyeceği ortamda bulacağınız ipuçları ile müzik için yapılan benzeri bir sorgunun ipuçlarını karşılaştırdığınızda, elinizdeki verilerin neredeyse birbirinin tıpkısı olduğunu görürsünüz.

Müziğimizin aslına döndüğü gün, şiirimizin de esasına kavuştuğundan emin olacağımız gündür.

Sinema, endüstri ve müzik

Aslen kendilerine sanat zaviyesi yakıştırılmasına karşın bugün halka mâlolmuş iki zihni etkinlik alanı var: Müzik ve sinema.

Üstelik bu ikisinin arasında da taban tabana bir zıtlık hâkim: Sinema ilkece bir zanaat iken çoğunlukla sanat payesiyle taltif edilir; müzik ise aslen bir sanat olduğu hâlde ortalarda dolaşan ve o adla alınan ürünler, bünyelerinde ya en iyi ihtimalle kırıntı düzeyinde sanat nüvesi barındırır, yahut üzerleri belli bir miktar ince işçilikle cilâlanmış, sıkıştırılmış kavak talaşı kıvamındadır.

Her ikisi de kitleye seslenir. Evet ama her ikisinin hakiki ve adını hak eden örneklerine ulaşmak için aynı yöntemi uygulamak gerek: Kalabalığa seslenen panayır âleminden uzaklaşmak…

Şöyle sormak haksızlık sayılmasa gerek: Tarihin hangi döneminde hikmeti bulmuş yüz binlerden söz edebiliriz?

Sandığımızın zıddına zamanımız bize hikmete ulaşmak konusunda ne kadar fayda sağlayabilmekteyse sanata, bahusus müziğe, müziğin gerçek örneklerine ulaşmak konusunda da aynı miktarda yardım etmekte. Öğrenim süremiz boyunca aldığımız müzik eğitimi, radyolarda, özellikle de televizyonlarda karşımıza çıkan örnekler, hep aynı cins: hakikisinin ihtiyacını köreltmekten başka işe yaramayan sahte nektarlar. Susuzluk almayan, susatan mayi.

Günümüzde neredeyse dünyanın her yerinde müzik, üretimi ve kârı yüksek bir endüstri hâline gelmiş durumda. Müzik endüstrisi, belki de dünyanın en üretken, ama aynı miktarda en obur canavarı. Özellikle popüler müziğin iyice cılkı çıkarılmış pop versiyonu, (Doğru, pop müzik ile popüler müzik arasında Âdem ile Havva arasındaki kadar fark var) üretim anlayışından, kapitalizmin vazgeçilmezleri arasında sayabileceğimiz kalıcılık, müşteri memnuniyeti, bilinirlik falan gibi kabulleri dahi silmiş durumda. Üç gün önce “star” diye insanların önüne sürdükleri şarkıcıları, (Dikkat! Müzisyen değil, şarkıcı) iki gün sonra kendileri bile unutuyorlar.

Bir akıl sahibi, bir vicdan sahibi şu soruya cevap aramak zorunda: Nasıl oluyor da son yirmi yıldır gemi azıya almış bir biçimde endüstrileşen müzik piyasamızın yaptığı en iyi icraat, otuz-kırk yıl öncesinin pop müzik örneklerini yeniden basmak düzeyinde kalıyor?

***

Yaratıcı bir şarkı bestecisi: Şevki Bey

Şevki Bey hakiki bir İstanbullu. 1860’da Fatih’te doğar. İlk tahsil ve vakti gelince Mızıka-i Hümâyun…

Şevki Bey’in Mızıka-i Hümâyun’daki üstadı Hacı Arif Bey. Müziğin uygulamaya yönelik bölümüne dair öğrendiklerinin yanında, asıl Hacı Arif Bey’den sanatın hakiki manâsını, müziğin hakikatini ve müzik anlayışının derinliğine bilgilerini öğrendi.

Kısa sürede şarkı besteleyebilmesiyle tanınmıştır. Bir gecede sekiz-on şarkı besteleyebildiğine tanıklık edilir. O yüzden de bini aşkın şarkı bestesi vardır. Çeşitli makamlardan besteleri bulunursa da, özellikle Uşşak makamında ustadır. Bu makamda hiçbiri ötekine benzemeyen, eş melodilere, tekrarlara rastlanmayan iki yüzden fazla şarkı besteler.

Üstadı Hacı Arif Bey’den hakiki manâda feyz aldığı hâlde, eserlerinde kendi zevkine, rakik üslûbuna ve tabiatına bağlı kalmıştır. Başka bir ifadeyle üstadının etkisini, ancak müzik anlayışında görebilmekteyiz; eserlerinde değil. Tamamı şarkı formundaki eserlerindeki kompozisyon tekniğini; ritim düzeni ve usûl değişikliği bakımından, her bestekâra nasip olamayacak bir kıvamda geliştirmiştir.

Şevki Bey’in bestelerinin pek çoğunda, ancak derin sanatkârlarda görülebilen, kendine mahsus bir duyarlılık kumaşı ve bu kumaşın müzikal ifadesi görülür: Frenklerin lirizm dedikleri.

Şevki Bey’in şarkıları melodik örgüsü son derece sağlam, akıcı, zorlamadan uzak parçalar… Bu şarkılarda prozodi bozukluklarına, güfte-beste uyumsuzluklarına rastlanmaz. Meselâ Mehmed Sâdi Bey’in “Gülzâra nazar kıldım, virâne-misâl olmuş” güftesiyle bestelediği Uşşak şarkı, güfte-beste uyumunun güzel örneklerinden. “Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz” Hicaz şarkısı, “Reng-i ruhsârına gülgun dediler” ve “Hastasın zannım vefa mahzunusun” Uşşak şarkıları, Türk müziğinin en nadide şarkı örneklerinden.

Aynı makamda birbirini andırmayan bu kadar eser besteleyebilmesi, parmak ısırtıcı bir maharet sayılsa gerek.