Geçen yüzyılın ortalarının İran’ındayız. İki çocuğuna rağmen karısıyla bir türlü anlaşamayan ünlü ama aylâk, sorumsuz, üstelik bencil bir kemancının çok sevdiği kemanı kırılmıştır. Kıran da karısından başkası değildir.
Nasır Ali Han adlı musikişinas, o kemanının yerine bir yenisini koyamaz bir türlü. Hayat ve sanat arkadaşının bu beklenmedik ayrılığı ölüm hükmündedir ünlü kemancı için. Ölmeden önce istenmeyen bir ölüm. O da yatağına uzanır ve ölümü düşler. O kırılmış keman, ayrı düştüğü sevgilisinden başkası değildir çünkü. En umutsuz insanda bile bir yaşama sevinci vardır; hâlâ hayattaysa. Fakat Nasır Ali’ninki kırık kemanla uçup gitmiştir adeta.
Azrail’i Beklerken (Poulet aux Prunes) adlı bir nevi İran filmi, işte bu bekleyiş esnasındaki sekiz günün tahayyülâtını anlatmakta. Tahayyülâtını ve hatıratını. Üstelik bir yandan İran resim anlayışına yaslanırken öbür yandan da çizgi film estetiğine göz kırpan sevimli bir görsellik eşliğinde. Zaman zaman çizgi romana kayan görsellik, kimileyin düpedüz gölge oyununa yol verir. Gündelik gerçeklikte gözlemlenen bir görüntünün zihni götürdüğü beklenmedik şeylerden umulmadık çağrışımlara sürüklene sürüklene ilerleyen film, kimileyin saçmaya göz kırpmakta, kimileyin de Doğu’ya özgü rastlantılara. Karşılıksız aşklar, karşılıklı nefretler, umutsuz bekleyişler ve bekleyişler…
Doğuya özgü anlatı anlayışını zaten saklamıyor da. “Bir varmış, bir yokmuş”la başlıyor film.
Devrim öncesinin İran’ındaki marifetli ve hırslı genç müstakbel müzisyeni, maderşahi İran toplumunun bir ferdi hüviyetiyle annesinin muhalefeti yüzünden sevdiği kadını alamaz. Annesinin istediği kadınla evlenir. O da kavuşamadığı yarinin yerine çalgısını koyar. Ona sarılır; onu yüceltir. Karısı ve çocukları mı? Hak getire.
Bedeni bir hastalık olmadan ölüm döşeğine yatıldığında bile insan bütün o olup-bitenleri kırık dökük hatırlar. Kronoloji mi? Hak getire. Film de öyle. Bir hikâyenin başına gideriz, bir sonuna, bazen de şurasına yahut burasına. Bu rastgelelikler tamamen tasarımdan uzak değildir elbette. Müzisyen olmak için yanıp tutuşan bir çocuk ile sürekli kardeşiyle karşılaştırılmanın ezikliğini ta içinde hisseden çocuk aynı kişidir çünkü.
Biz filmi anlatıcının ağzından izliyoruz. Nasır Ali’nin sıradışı hikâyesini. Çalgı dükkânından satın aldığı kemanı elinde çarşıda yürüyen adam, gördüğü bir kadına adıyla seslenir: İran! Ne ki artık saçı başı ağarmış İran, adamı tanımamaktadır. Dükkânda zaten denediği kemanın sesini eve gelince bir türlü beğenmez. Zaten bu sesini beğenmediği için değiştirdiği kaçıncı kemandır, bilinmez. Artık bir daha çalmayacaktır. Huzursuzluğunun kaynağının çaldığı kemanda değil, ruhunun derinliklerinde cirit attığını kabullenecek durumda değildir ki. O yüzden uzak bir şehirden zorlu bir seyahat sonrasında satın aldığı ve Mozart’a ait olduğu iddia edilen bir Stradivarius dahi hiçbir işe yaramaz. Bohçalayıp kaldırdığı eski kırık kemanının yerini hiçbir şey tutmamaktadır. Zaten film, aslında kemancıdan çok, bu kırık kemanın hikâyesidir. Yahut o göze batan bencilliğinin sebebinin.
Gençliğinde tek uğraşı müziktir Nasır Ali’nin. Döneminin üstadının Nasır Ali için yargısı fazlasıyla keskindir: “Tekniğin mükemmel. Ama müziğin rezalet. Hâlbuki hayat bir iççekiştir. Sanat ise o iççekişi yakalamak.” Üstadı ona ıstırabı öğütlemektedir.
Bu denli sarsıcı hikâye, tuhaftır, aslında çok bildik. Yani klişe. Ne ki asıl marifet de burada değil mi? Bilindiği, bilinmedik bir tarzda anlatabilmek.
Niçin bir nevi İran filmi? 2007’de gösterime giren ve dünya çapında galiba hakettiğinden fazla bir alâkaya mazhar olan Persepolis’i çeken Mercani Setrapi ile Vincent Paronnaud ikilisinin kotardığı film, aslında Fransa, Belçika ve Alman yapımı. Ortak yapımların o makus talihinden pay almakta yani. Üstelik bu kez ortaklıkta Doğu ile Batı bizzat yeralmakta. Yani birbirinden taban tabana farklı iki tahassüs tarzı. Onu-bunu bırakalım da şu temel soruyu soralım: Bir kısmı değil, tamamı İran’da geçen, bütün karakterleri, hikâyesi, akışı, anlatışı İranlı bir filmde herkesin Fransızca konuşması nasıl bir Brechtvari yabancılaştırma efektidir ki!
Batılı bir anlatım tarzına göre kotarılsa da aslen Doğulu bir anlatıda, Doğulu bir karakteri canlandıran oyuncuların, o duygu dünyasına bir türlü ısınamayacağı her hâllerinden belli Batılı oyuncular tarafından canlandırılması tercihi, hangi gerekçe gösterilirse gösterilsin, sadece filmin klâsikleşmesinin önündeki büyük bir engelden başka bir şey değil. Özellikle de ana karaktere hayat veren başrol oyuncusu Mathieu Amalric’in canlandırdığı Nasır Ali Han karakterini canlandırırken en fazla zorlandığı yerler, duygu yüklü sahneler. Bu çeşit sahnelerde oyuncunun kaşlarını yukarı kaldırmak veya alnını kırıştırmaktan öteye gidememesini ancak bir yere kadar anlayışla karşılayabiliyoruz. Çünkü başka bir dünyaya ait muhteşem bir hikâye, melez bir tahkiyelemeye kurban gidiyor sonuçta. Evet, fena hâlde oryantalist doku…
Üstelik rolünü abartarak oynama tavrı, belli ki yönetmenlerin oyunculardan hasseten talep ettiği bir husus. O gerçeklikten kopuk mesel dünyasının temsil diline yakın düşmek gayesiyle belli ki. Yine de yaratıcı ekibin hedeflediği etki bir türlü muhatapta uyanmıyor. Tam da bu sıraladığım sebeplerden üstelik. Yani lezzet arttırsın diye tercih edilen baharat, yemeğin tadını almamızın maniası. Film biterken tatlı niyetine sofraya teşrif eden dokunaklı son bile yemeğin kekremsiliğinin tamamını silmeye yetmiyor.
Başka bir ifadeyle Avrupa’nın en yaratıcısı durumundaki Fransız Sineması ile Ortadoğu’nun en başarılısı İran Sineması’nın bu örnekteki sentezi, yazık ki her iki anlayıştan beklenen kanatlanmayı sağlayamıyor.
Bütün romanların, filmlerin ve dizilerin ata babası durumundaki hikâyeperdaz tarzı (Bilindiği gibi bu kişi, Platon’un Devlet’inde kapı dışarı ettiği zatın ta kendisi.) bir anlatı geleneğinin, doğulu ve çağdaş sinema dilinden de haberdar bir anlayışla uyarlanmış, geniş anlamıyla ‘müzikal’ bir çeşitlemesi durumundaki Azrail’i Beklerken, aslında hayatın anlamı ve sanatın bu anlamdaki değeri meselelerine odaklanan önemli bir mesel.
Kemanımla bana bir ses…
