Kemal Tahir ve konuşur gibi yazmak

Kim ne derse desin, tuhaflıklar kumkuması bir ülkeyiz. Bir açıdan bakıldığında dünyanın en hızla değişen toplumuyuz; başka bir açıdan bakıldığındaysa sanki bir sabiteler duvarı. Tuhaflıkları bitmiyor Cumhuriyet Türkiyesi’nin. Şaşırtmacaları. Örneğin dün vatan hainiydi Nâzım Hikmet, Türkiye’yi bırakıp Sovyet Rusya’ya kaçtığı için, bugün büyük vatan şairi, memleket sevdalısı. Gocunmak değil bu; yalnızca fütursuz değişme meylimizi örneklendirmek istedim. Üstelik konumuz Nâzım Hikmet değil, yakın dostu ve bir zamanlar dava arkadaşı, hapishane yâreni, koğuşdaşı Kemal Tahir.

Tıpkı Cemil Meriç gibi Kemal Tahir de marksistti. Sanıldığının aksine her ikisi de Marksist öldü. İlginçtir, Cemil Meriç, Kemal Tahir öldüğü günün ertesinde, ânında Osmanlıcı kesildi. Nedense hep gözden kaçar bu. Tıpkı o pek övündüğü “Bir zamanlar ben de Müslümandım” dediği dönemin sekiz yaşında bitmesi gibi. Sekiz, evet. İkisi de inançla harmanlaşmış düşüncelerini belirleyen kabullerini, aksiyomlarını ve yöntemlerini değiştirmedikleri hâlde, eski dava arkadaşları solculardan çok sağcıların, milliyetçilerin, muhafazakârların, kısmen de İslâmcılar’ın bağırlarına basmaktan hazzettikleri isimler. Hatta bir zamanlar Kemal Tahirci bir zümre teşekkül etmişti Müslümanların arasında. Günümüzde sayıları ve etkileri tükenmeye yüz tutan.

Elbette önemini hâlâ koruyan bir isim Kemal Tahir. Bir kere, sanat üzerine düşünce ve kabulleriyle eserleri arasında birebir mutabakat bulabileceğimiz nadir Türk yazarlarından biri. Her sanatçı gibi o da sıra dışı yazarların ürünlerinden etkilenmiş. Ne ki bu etkiyi en iyi yöntemle dengelemeyi de becermiş: kendi kültüründen devşirdikleriyle. Kendi kültüründen, tarihinden, düşüncesinden… O yüzden de etki gücü yüksek biri. Öte yandan, Osmanlıcılığı, Öz Türkçecilikten ancak kısmen etkilenmesini doğurduğu için de, büyük bir haksızlıkla Eski Türkçe diye adlandırılan, aslında hakiki anlamda Türkiye Türkçesi’nin o namütenahi teshir kuvvetinden bolca istifade edebilmiş bir yazar. Sadeleştirmeye iltifat etmemesi, onu kukumav kuşu sığlığından kâfi miktarda uzakta tutabilmiş.

Konuştuğu gibi yazmak mı?

Aynı zamanda, etki gücü yüksek yazarların etki alanından kurtulmanın harika formülünü de, ancak üstün sanatçılara özgü bir kavrayış gücüyle veren de o: Sanatçılar değerli kitapların etkilerinden, ancak o eserleri kanlarına karıştırarak aşabilirler.

Milli gerçeklerimiz ile onun ifadesiyle ‘Batılılaşma’ sahteliği arasındaki uçurumdan, en çok da sanatımız boyunduruk altında kalmakta Kemal Tahir’e göre. Haklı da. Üstelik haklılığı, aradan geçen yıllara rağmen zerre miktar eksilmedi; tersine, arttı. Birçok tarih gerçeğini yok sayabilen, buna karşın ‘hakkından yüzde yüz gelemeyeceğimiz’ kimi yabancı gerçeklikleri kullanmak zorunda bırakılan, üstelik bir de dili yoksullaştırılan Türk sanatçısının, söz konusu bu boyunduruğu aşması için de bir önerisi var: “Konuştuğu gibi yazmak diye saçma bir lâf ediliyor. Bu lâfı düşündüğü gibi yazmak biçimine soksak da saçmalamaktan kurtulamayız. Bir eserin müsveddesi belki düşündüğümüz ve konuştuğumuz gibi olur ama onun üzerindeki ileri sanatçı şuurumuzla çalışmazsak, meydana konulan şey, eser olmaz. Sanatta, büyük sanatçının sahici sanat gücüyle işe karışmadığı basitlik, her zaman saçmaya daha yakındır.”

Türk kültürüne katkısından söz ederken yalnızca siyasi kabullerini değil, dünya görüşünü de göz ardı etmememiz gereken bir isim Kemal Tahir. Çift gerçekli toplumumuzun Batılılaşma anlayışı için vurguladığı şu çarpıcı tespiti, AB’ye bir türlü girmeyi beceremeyen ülkemizdeki Batıcılık rüzgârından fazlasıyla etkilenen yerlici çevrelerin kulağını çınlatarak anmadan edemeyeceğim: “Bir vakitler başta bazı padişahlar olduğu hâlde, Osmanlılar tarafından uygulanan bu Batılılaşma yolu, imparatorluğu dağılmaktan kurtaracak sanılmakta, kurtuluş da meşrutiyetten umulmaktaydı. 1908’den sonra on yıla varmadan koca imparatorluk çöküp dağılınca bizdeki uygulanma özellikleriyle Batılılaşmanın nasıl bir aldatmaca olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.”

Kemal Tahir’e göre Türkçe

Tuhaftır, Türk insanının hamuruna onca vurgusuna karşın, bu hamuru yoğuran değerin adını koymakta zorlanır Kemal Tahir. Yine de insanımız denli önemsediği başka bir değer de Türk dili. Birçok dilcinin yetersiz saydığı ve kimi düşünceleri ifade etmeye yetmediğini vurguladığı Türkçe, Kemal Tahir’e göre ‘en ince fikirlerle yaman duyguları kolayca anlatacak’ güçtedir. (Hoş, bir ‘düşünce’, düşünüldükten sonra nasıl ifade edilemez; o da ayrı bir konu ya!) Bu gücün ayrımına varılması için önerdiği şey, konuşma dilini aşıp tefekkür aşamasının kendine özgü kaynaklarına ulaşmak.

Dil sorununu -felsefi boyutundan soyutlamadan- sözcük seçiminden başlatan Kemal Tahir, Osmanlıcayı da, yeni Osmanlıcayı da, Türkçeyi de kendilerine temel aldıkları kaynakların yerli olmaması gerekçesiyle aynı kefeye koyar ve irtica sayar. Benzer gerekçeyle Fransızca etkisinde kalan İstanbul Türkçesi’ni de, dil zevki bakımından seçenek olarak kabullenmez.

Öyleyse geleceğin Türkçesi nasıl olacak? Bu soruya verilecek karşılık çok kesin ona göre: İlkin bütün Anadolu taranmalı. Ortaya çıkacak malzemenin yardımıyla da Orta Anadolu Türkçesi’ni dilde ana basamak kabullenmeli ve oradan hareketle dilimizdeki zorunlu hamleyi gerçekleştirmeliyiz. Çünkü bir milletin ruhu, aracısız olarak ancak dilinde açığa çıkar. Bu yüzden de Türkiye’de ne gündelik anlatım düzeyinde, ne de bilim-sanat düzeyinde aslında bir dil sıkıntısı yaşanmadığını, eğer dille ilgili bir sıkıntı varsa bunun, dili entelektüel bir fantezi sayanlarda yaşandığını ifade eder. Bu gerçeklerle de Osmanlıca kadar özleştirmeciliğin de karşısında.

Konuşma dili-Yazma dili ayrımı

Kemal Tahir’in dil konusundaki görüşlerini derli toplu görebileceğimiz en önemli kaynak niteliğindeki Notlar dizisinin Dil Dosyası adlı üçüncü cildinde, konuşma dili ile yazı dilini ısrarla birbirinden ayırmakta. Ardından da konuşma dilini, toplumun etkilerinin normal yansısı niteliğindeki bir anlaşma aracı; yazı dilini ise bu türden bir anlaşma aracının çok daha derli toplu, bilinçli ve kurallı bir anlatma aşaması saymakta. Yazı dilinin, konuşma dilinin üzerine bindirilen zihni bir gayretle sonradan elde edilebileceğini vurgulayan Kemal Tahir’e göre dili, yazıda düşünceyi insan bilgisine açtığı için gerçek bir varlık saymak gerekir.

Belki de şaklabanlık diyemediği için dil devrimine şakacılık diyen Kemal Tahir, üslûp oluşturma gayretiyle dili kendince eğip bükenlere de veryansın etmekte. Dilbilim ve dil felsefesi alanlarında üst düzeyde bir hazırlık yapılmadan Türkçe’ye keyfi tasarrufla yaklaşabileceğini sananların hafife alınmamayı hak edecek bir iş ortaya koyamadıklarını söyleyen yazara göre dilin maddi varlığı dışında ve ondan bağımsız bir çıplak fikrin doğması da düşünülemez. Dahası bu uğurda kendisini bile eleştirmekten kaçınmaz.

Ona göre bir insan topluluğunu sıradan bir kütle olmaktan kurtaran öğe olarak başa aldığı dilin temeli sözcük değil cümledir. Kendisini dinleyelim: “Bir milletin yazı dilindeki cümle kuruluşu nizamı, o milletin düşünce sistemine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu nizamla bu sistem iç içe ve beraberce gelişir. Konuşur gibi yazmak katiyen imkânsızdır ama giderek yazdığımız gibi konuşmamız mümkündür. Çünkü birisi gelişigüzel öğrenilir ve sonradan hususi bir gayret sarf edilmeden kullanılabilir. Öteki, yani yazı dili, ancak kültür sahibi olmakla elde edilir.

Dünya çapında bir yazar

Kemal Tahir’in dünya görüşünü paylaşmasa da, tarih anlayışını onaylamasa da, Osmanlı kabulünü benimsemese de, hatta yerli vurgusunu önemsemese de, günümüz yazarlarının dil, sanat ve edebiyat konularında Kemal Tahir’den öğreneceği çok şey var.

Bitirmeden…

Kemal Tahir, Türk tarihinin yalan ve yanlışlarıyla savaşmak zorunda bırakılacağına, ciddi edebiyatın sorunlarıyla cebelleşme imkânına malik olsaydı ne cins bir romancı olurdu? İşte beni asıl bu sorunun muhayyel karşılığı heyecanlandırıyor. Keşkeli düşünmenin ne tür düşünce tehlikeleri barındırdığını bilerek söylüyorum: Keşke Kemal Tahir, tarihimizin bu en acılı evrelerinden birinde dünyaya gelmeseydi de, sanatını bunca dolayımsız ortaya koymak zorunda kalmasaydı… İşte o zaman, edebiyatı tarihle hesaplaşma arenası olarak görmeyecek ve bize de yalnızca Türk toplumunun niteliklerini üst düzeyde yorumlayan bir bakış açısının ürünlerinden çok daha fazlası kalacaktı. İşte asıl o zaman dünya çapında, hakiki bir roman yazarımız olacaktı.

***

Kültür, şehir ve medeniyet

Medeniyet şehrin çocuğudur; şehrin ve şehirliliğin. Üstelik çağdaşıyla, klâsiğiyle; üstelik doğusuyla, batısıyla da. Bilindik ve bilinmedik bütün medeniyetler şehirde doğar; şehir için doğar ve orada tahnitlenir. Bizzat medeniyet tarafından hem de; başka bir barbar medeniyet.

Şehirliliğin zıddı değildir barbarlık. Bunu da yanlış bellettiler bize. Medeniyetin zıddı, düşmanı, rakibi veya muhalifi değildir barbarlık. Barbarlık, medeniyettir. Başkasının medeniyeti sadece; yabancının, ötekinin.

İster sözlü-yazılı diye ikiye ayırın medeniyeti, ister doğu-batı, ister mısır-buğday, isterseniz hak-batıl; hep aynı şeyi görürsünüz: Felsefe, bilim, sanat ve hatta din, bir tek şehirde doğar. Belki sonrasında etrafına da yayılır. Zihin şehir ister çünkü; yani oturmak: nizam-intizam.

Klâsik kültür ve medeniyet insanlığın ortak malıydı. Doğudan, batıdan, kuzeyden ve güneyden ayağını şehre basmış adamın malı. İdamei hayattan hayatını yaşamaya geçmiş adamın. Biz medeniliği kendinden menkuller neleri ve neleri icat etmedik ki şehirde!

Köyün, köylülüğün yüceltildiğini göremezsiniz insanlık tarihinde. Modern zamanlarda değerlerdeki bu sapma, hatta kimileyin raydan çıkma zihin hâli bize köylülüğün yüceltildiğini de gösterdi. İnsan için doğa, ancak pastoral bir kıymete bindiğinde köyü ve köylüyü yüceltir. Veya büyük köy hüviyetindeki kasabayı. Evet, kasaba şehrin küçüğü değil, köyün büyüğüdür. Tarihte kendisine bir yer bulamaması bundan.

Klâsiğiyle, moderniyle medeniyet şehrin çocuğudur dedik. Ama çocuk deyip geçmemeli. Bugün artık birbirimize bakarken göz ardı etmeyi seçtiğimiz o eski ilkelere göre çocuk da ikiye ayrılırdı: meşru ve gayrimeşru diye.

Doğrudur, içinde yaşadığımız medeniyet de şehrin çocuğudur; tıpkı klâsik medeniyetler gibi. Bir farkla: Klâsik medeniyet şehrin çocuğudur, çağdaş medeniyet ise gayrimeşru çocuğu…

Demek ki şehir, serapa medeniyetten başka bir şey anlamına gelmez. Edebiyat, kültür, sanat mı? Onlar da bu çocuğun oyuncakları.