Hani bazı markalar ürünle özdeşleşmiştir ya. Hatta özdeşleşmekle kalmayıp birer özel isimken, zamanla o ürünün cins ismi hâline gelirler. Margarinle, tıraş bıçağıyla, deterjanla özdeşleşen markalardan söz ediyorum. Halkın arasında ürüne kendi adını verecek kadar benimsenmenin son örneklerinden biri müzikle alâkalı ve dünya çapında geçerli. Sektöre çok sonradan giren bir marka, o kadar başarılı bir ürün yelpazesi çıkarmıştı ki “mp3 çalıcı” adı, yerini “iPod” kelimesine bırakmışı. Günümüze değin rakipsiz krallığını cep telefonuna bırakana kadar, markası ve modeli ne olursa olsun, taşınabilir her müzikçalar iPod’du.
Müzikte buna benzer başka bir özdeşleşme daha var; iPod örneği kadar yaygın değil ama var: ECM. Aslında bir plâk şirketinin adı bu. Ama zamanla ilkin bir saygınlık, ardından da bir müzik tarzı hâline geldi ECM; neredeyse.
Almanya kökenli bir şirket bu. Kurulduğu yıllardan itibaren asla değişmeyen bir yayın ilkesi var: Zamane (contemporary) müziğinin en iyi, en has, en yüksek düzeyli örneklerinin dışında hiçbir şey basmamak! Tür açısından baktığımızda da çoğu caz albümleri ECM yayınlarının. Ve yine yorumunda farklılık taşıyan, bilindik eserleri bilinmedik tarzda yorumlayan klâsik albümler…
Hak edilmiş bir başarıdan söz ediyoruz yani.
O yüzden ECM demek, zamanımızda hem klâsik müziğin, hem caz müziğinin, hem de çağdaş sanat müziğinin en seçkin örnekleri demek.
ECM’de Bir Türk
Öyleyse ölçüt gelsin: Bana hangi ECM’leri dinlediğini söyle, sana kim olmadığını söyleyeyim.
İlk hatırlatma: Bir ECM plâğı az basılır, has basılır; az satılır ama pahalı satılır. Buradaki has baskı ifadesini lâfın gelişi saymayın. Çünkü ECM’ninki gibi ince ayrıntılı bilgiler barındıran, harika fotoğraflar ve nefis kapaklarla bezenen, fevkalâde şık tasarlanan ve itinayla basılan bir başka kitapçık göremezsiniz. Hem plâklar için geçerli bu özel baskılar, hem de CD’ler.
O yüzden de iyi işleri yayınlayan, işini iyi yapan ve üst düzey müzikal zevke seslenen bir firma, daha doğrusu bir müzikal anlayışın adıdır ECM.
Ve tam 11 sene önce nihayet bu en saygın plâk şirketinin kataloğunda bir Türk’ün de adına rastlıyoruz: Erdal Erzincan!
Gerçek anlamıyla sanat müziğinden anlayanlara göre bu mühim başarıda, Erdal Erzincan’ın bir de ortağı var: Kayhan Kalhor. O da İranlı. Albümün adı da The Wind/Rüzgâr… Yahut Kayhan Kalhor’un söyleyişiyle Rüzigâr.
İrticalenin Sihri
Arif Sağ’ın talebesi Erdal Erzincan 5 bin yıllık çalgımızla, yani bağlamayla tanıştırıyor dünyanın en seçkin müzik dinleyicilerini bu albümle; Kayhan Kalhor ise kemençeyi. İkiliye divan bağlamada Ulaş Özdemir eşlik etmekte. Kalhor’un uluslararası standartlarda yayımlanan üçüncü albümü bu, Erzincan’ınsa ilk. Ama gökten zembille inmek buna dense gerek.
12 parça barındıran albüm, Gazel (Ghazal) grubuyla birlikte seslendirdiği The Rain ile popüler bir müzisyen hâline gelen Kalhor ile Erzincan’ın ilk buluşması. Aynı zamanda Türk ve İran müziklerinin yıllar sonraki kavuşması. Her kavuşma kadar sevinç ile hüznü, hasret ile tutkuyu harmanlamış. Dolayısıyla müzikler de öyle.
Türk ve İran müziklerinin, kulağa bazen çok bilindik, bazen de değişik izlenimler bırakan örnekleri var albümde. Her iki ülkenin de hem klaâsik, hem de halk müziklerini aynı ânda sentezleyerek barındırdığına göre The Wind, nasıl oldu da bunca titiz yayın ilkelerine sahip ve o kıratta da yaratıcı sanat kaygısı taşıyan ECM’den çıkabildi? Öyle ya, piyasada bu tür sentezleri önceleyen; otantik çalgılarla icra edilmiş geleneksel müzik yayını alanında uzman bunca “world music” şirketi varken…
İşte mesele de bu. Yani The Wind, o tür şirketlerden çıkan yüzlerce, hatta binlerce albümden çok daha başka bir özellik de barındırıyor da onun için: Yaratıcılık. Daha çok doğaçlamalarda, yani zaten bizim müziğimizin en ayırt edici vasıflarından birinde. İşte bu yüzden albüm, şimdiden çağdaş müziğin klâsiklerine aday dense yeri.
Rüzgâr’ın Ardından
Erdal Erzincan ile Kayhan Kalhor’un ikinci ortak ECM albümleri 2013’de yayımlanır: Kula Kulluk Yakışır mı? 11 parçalık albüm, ikincisi kadar etkileyici bir sentez barındırıyor; sentetikten uzak. 13’ündeyken dahi kemençeci sıfatıyla İran Milli Radyo ve Televizyon Korosu’nda çalmaya başlayan Kalhor, 1963 doğumlu ve ülkesinin en seçkin klâsik müzik eğitmenlerinden ders alarak yetişmiş bir isim.
Aynur Doğan’la 2016’da yaptıkları albümün adı ise Hevniyaz (Hawniyaz).
Bir de şöyle bir soru sormak abesle iştigal midir acaba?
Bir yanda devletin desteklediği, koruduğu ve gözettiği bir gelenekten gelme çağdaşlaştırılmış bir klâsik müzik anlayışı, öbür yanda ise devlet eliyle yıllar boyunca, dönemin kitleye ulaşan biricik ortamı durumundaki radyo başta olmak üzere, halka kendi müziğini yasaklamanın beraberinde getirdiği kökeninden koparılmışlıktan söz etmeseydik, nasıl bir müzik bulacaktık karşımızda acaba?
Dünya Dediğin Akdeniz’dir, Müzik de Öyle
Şimdi biraz daha eskilere gidelim:
Fernand Braudel’in hafızalarımıza kazıdığı imge: Ezeli ve ebedi bir Akdeniz, medeniyetleri emziren büyük anamız! Yerden veya gökten, en bereketli alüvyonların toplandığı ulu havza, kutsal beşik!
Jordi Savall’ın Orient-Occident 1200-1700 adlı albümü, Braudel’in muhteşem Akdeniz tasarımına aynı muhteşemlikte bir katkı; enfes bir Akdeniz güzellemesi. Jordi Savall benim için ilk olarak Dünyanın Tüm Sabahları demek.
Müzikseverler zaten hatırlayacaktır; Yehudi Menuhin ile Ravi Shankar’ı bir araya getiren East Meets West albümü, müzikal bir şaheser gibi karşılanmıştı tüm dünyada. Alia Vox etiketiyle 2006’da piyasaya çıkan Orient-Occident 1200-1700’ün diğerinden aşağı kalır bir yanı yok.
Yalnızca harikayı gerçekleştiren kadro daha kalabalık bu defa.
Merkezinde Savall’ın yer aldığı bu kadroya bir bakalım: Perkisyon üstadı Pedro Estevan, Yunan santuri Dimitris Psonis, İsrailli udi Yair Dalal, Faslı udi Driss El Maloumi ve geleneksel Afgan müziğini temsilen üç isim Osman Arman, Khaled Arman, Seiar Hashimi.
Bu denli çoğul bir enstrüman ve kültür birlikteliği, kaçınılmaz gibi görünen bir riski de beraberinde taşır: Kakafoni veya kırk yamalı bohça!
Telâşa hacet yok: Savall’ın imzasını taşıyan Orient-Occident 1200-1700 bu riski berhava etmeyi başarmış bir albüm. İtalya’nın kadim dans ezgilerinden Safardik romanslara, klâsik Pers müziğinden 13. yüzyıl İspanyol danslarına ve oradan bizim Rast Semai’ye, her şey uyum içinde. Çünkü o zamanlar zaten her şeye ahenk hâkim değil miydi?
Bu şaşırtıcı uyumun sırrını, albümün tasarım temelinde aramak gerek: Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman kamplara bölünmüşlüğüne karşın, müzik ve kültür temelinde akraba bir Akdeniz havzası! Ve bu havzada kendine yer bulan çok renkli bir ezgi bahçesi. Cins cins yemişlerle dolu bu bahçede her şey sahici. Yani Ortadoğu’yu kasıp kavuran kavga ortamına karşı müzikal bir barış çağrısı.
Fakat savaşan şahinlerin sanatın barış çağrısına kulak verdiği şimdiye kadar hiç görülmedi. Bundan sonra da görülecek değil.
Bu yüzden Orient-Occident 1200-1700’ün misyonu, her sanat eseri gibi, başarısızlığı peşinen kabullenen bir misyon. Sanat değil de siyaset açısından.
Ama asla kabullenmeyeceği bir şeyin yedeğinde: Kalitesizlik.