Üç, bilemediniz dört yaşına kadar geri götürebiliyorum bu hatırayı. Hâlbuki handiyse her hafta anneannemle pazara giderdim; bir ritüel gibi. O kalabalıkta beni kaybetmemek için koluma, bir kız çocuğunun bebeğine yapışmasından daha kavi bir şekilde yapışan ve ne olursa olsun bırakmayan anneannemle birlikte Kadıköyü’nün meşhur (Evet, doğrusu böyle: Kadıköyü.) Salı Pazarı’na gider, bütün bir öğleden sonramızı orada geçirir ve pazarın altını üstüne getirirdik. Pazara, şimdilerde İtfaiye Müzesi hüviyetiyle kullanılan, o zamanın Taşıt Müzesi’nin yanıbaşından girer, envai çeşit tezgâhın arkasında, türlü türlü aksanla bağırarak malını satmaya çalışan handiyse beheri bıyıklı erkeklerin kulakları yırtan çığırtkanlıklarının arasından geçer, her türlü ihtiyacı karşılayacak malları çıkınlarında bulunduran satıcıları, kimileyin türlü çekiştirmelere rağmen geçer ve nihayet Kurbağalıdere’nin yakınına kurulan meyve ve sebze tezgâhlarına yönelirdik.
Hatta o kısma daha yaklaşmadan, sarhoş edici bir koku dalgası, arada bir kuvvetlice burnumu yalar, kimileyin de o küçük burun direğimi şöyle bir temelinden titretirdi. Hele sıra sıra dizili meyve tezgâhlarının yanıbaşından geçmeyiverelim. Birbirine karışarak sanki etkileyiciliklerini arttıran, çarpıcılıklarını pekiştiren ve kuvvetlerine kuvvet katan bir askeri birlik misali farklı meyvelerden neşet eden bu kokular alayı, bazen başımı ağrıtacak miktarda bir kudrete bile ulaşırdı. Havaya kalkmış onca toz-toprağın, egzosun, kurşunun ve etraftaki imalâthanelerin ve hatta dereboyuna sıralanmış küçük fabrikaların ortalığa saldığı nice hava kirliliğine rağmen üstelik. Tabiatın hakikatini, bozulmamışlığını, kirlenmemişliğini, yaradılışın ellenmemişliğini, sofra başında damaktan tatmadan önce burada burunlarımızla hissederdik.
Unutulmaz Bir Rayiha
İnanır mısınız, hâlâ burnumda tüter o rayiha. Hele işim düşer de şimdi araba parkı hâline getirilmiş oralardan geçersem, sanki az sonra çeşit çeşit meyvelerin birbirine karışmış o sarhoş edici rayihasını tekrar koklayabilecektim.
Heyhat!
Çocukken en sevdiğim meyvenin, üzümlerin kokularını, renklerini ve lezzetlerini nasıl unutabilir insan?
Razaki, sultani, çavuş, çalkarası, narince ve daha niceleri… Yanlış hatırlamıyorsam haziranın sonlarına doğru üzümler bir bir sökün eder ve taa eylülün son günlerine kadar tezgâhlarda sırayla arzı endam ederlerdi. Belki daha sonra bile hatta. Beyazı, allısı, karaya çalan morumsulusu, pembesi ve yeşili… Ve çoğunlukla da farklı kırmızı tonlusu… En az 20 çeşidiyle damakta gerçek lezzetin o tarifi zor hazzını bırakarak nöbeti yekdiğerine bırakan üzüm çeşitleri…
Benim en sevdiğimse Karadeniz’e mahsus siyah kokulu üzüm. Sanki ağzınıza misketten bile küçük bir meyve atmıyorsunuz da, hap hâline getirilmiş teshir usaresini mideye indiriyorsunuz. Öyle bir kendinden geçme vaadi…
O üzüm çeşitlerini de, yaydıkları o tabiatlarına mahsus rayihaları da kaybettik. Bir daha bulamamacasına. Öteki meyvelerinkini de. Ve hatta bütün gıdaların hakikatini kaybettik. Kendileri gitti, telmaşaları geldi.
“Neyi Kaybettiğini Hatırla”
Asliyetini muhafaza eden yiyeceklerin, özellikle de meyvelerin, Binbir Gece Masalları’nda hikâyesi anlatılan esrarlı baharatlar misali yaydıkları büyüleyici kokular artık çok uzaklarda. Bir daha asla ulaşılamayacak, kavuşulamayacak bir yerde.
Çocukluğumu mu kastediyorum? Hayır. Çünkü bu bir daha kavuşamamacasına kaybediş, yalnızca benim için değil, hepimiz için geçerli. Artık neye o diyorsak, aslında o, o değil.
Gençlere anlatabilmek, hele hele ikna edebilmek ne mümkün. O övündüğümüz ilerleme de, gelişme de aslında bu demek. Her şeyin yerini sahtesine bırakması. Ve bu hakikati bile insanlardan çekip alması.
Hayır, zamaneye “Neyi kaybettiğini hatırla.” diye ikazda bulunmakta dahi haklı sayılamayız. Öyle ya insanın neyi kaybettiğini hatırlayabilmesi için, aradan geçen onca zamana rağmen unuttuklarını zihninde canlandırabilmesi, hissiyatını geri getirebilmesi için tecrübe etmesi şart. Farkındayım, bizim nesil, sonradan gelenlere neyden mahrum kaldıklarını bile anlatabilmek imkânından mahrum bırakılmış. Çünkü insan ancak anlamak istediklerini anlayan bir varlık. Özü böyle.
Öte yandan, künhüne vakıf olamadan sık sık dillendirdiğimiz gibi, hakikatimizin aslı hatırlamak değil, nisyan.
Unutmak için yaşıyoruz.
Kaybetmek için.
Sadece kazandıklarımızı yahut kazandığımızı zannettiklerimizi kaybetmekten bahsetmediğim açık, değil mi? Yaşamak, bir yandan biriktirmek için, ne bulursa ve bulduklarının arasında hangilerini mühimsiyorsa beherini muhafaza gayesiyle didinmek demek, öte yandan aynı zamanda da zorla muhafaza edilmek isteneni kaybetmek için çırpınmak.
Nasıl mı?
Hatır(a)lamak
İnsan ancak hatırlamak isteyince hatırlar.
Bu yargıya katılacak birkaç muhatap muhtemelen bulabilsem de ben müsaadenizle bir adım daha atmak istiyorum: İnsan ancak hatırlamak istemeyince hatırlamaz.
Her daim mi? Aklı selim sandığımız bir iç kuvvet bizi “İyi ama insan unutmak istemediği nice şeyi unutmadan edemiyor. Herkesin böyle yüzlerce, hatta binlerce misali tecrübe ettiği ortadayken bu hükmü nasıl kabullenebiliriz ki?” diye dürtse de işin aslı böyle. İnsan hatırlamak istemediklerini mükemmel bir ayıklamaya tabi tutamasa da derinlerden bir bile-isteyelikle kaybetmeyi tercih eder. Adına unutmak dediğimiz, bir bile-isteye kaybediş oyunu. Belki ilk ânda merkezi ehemmiyetteki esas unsuru unutmak için yola çıkarız ama o merkezi unsurla uzaktan-yakından alâkası kurulamayacak birçok başka şeyi de hatıra haznemizden dışarı atıveririz; o başka.
Neleri elimizde bulundurup bulunduramayacağımıza bile isabetli bir şekilde karar verip başarılı bir tarzda bu kararı tatbik edebilmekten mahrum bırakılmışlığımızı görmezden gelmek ve kaybetmeye karar verdiğimizde her daim kayıplarımızın, istek ve beklentilerimize denk gelmesini ümid etmek size de tuhaf gelmiyor mu? Bu garip varlığa insan demekteyiz işte. Bir yanda hiçbir vakit unutmak istemediklerimiz, öbür yanda bir daha asla hatırlamamak kaydıyla unutmak istediklerimiz…
Ve arada bir yerlerde kişinin kendisini, unutmak istediklerini unutamamış ve unutmak istemediklerini unutmuş bir hâlde bulması. Kaybetmesi…