Adamımız sıradan bir otobüs şoförü. Kendisi niçin bir filmin kahramanı peki? Çünkü adamımız Paterson, Paterson nam kasabada ikamet etmekte ve gene Patersonlı şair Williams’a hayranlık duymakta. Kendisi de Amerikan taşrasının iç bayıcı yeknesaklığıyla at başı mesleğinin sıkıcılığını bir nebzecik ferahlatabilmek için şiirle ilgilenmekte. İşte bu ilgisi, Paterson’ı bir film kahramanı hâline getirmekte.
Mesleği hayallere dalmasına engel. Fakat o bir şekilde bu çeşit engebelerle baş etmeyi öğrenmiş. Bir yandan mesleğinin gereğini yerine getirmeye devam ediyor, bir yandan da bulduğu fırsatları değerlendirip dizelerini not almaya çalışıyor.
Filmde ilkin şehir içinde sefer yapan bir otobüs şoförünün dünyasını tanırız. Küçük adamın, kendi kadar küçük evi, sınırlı çevresi ve kısa ve acısız yaşantısı… Daha açılış sahnelerinden, Paterson’ın özelinde ‘şoför milletini’ de tanırız aynı zamanda. O kayıtsız görüntünün arkasına saklanıp nasıl da yolcuları dinlediklerini, işleri gereği çevreyi ne maharetle tarassut ettiklerini, yola ve yolcuya nasıl baktıklarını, özellikle de direksiyon başında kendilerini nasıl hissettiklerini gözlemleriz.
Her vakti dolduran şiir
Öğle teneffüsünde ve günün her fırsatında şiirle iç içe yaşamak. Belki ona tutunarak. Birinde yeknesaklığın bunaltıcılığı, öbüründe hayallere dalmanın bitimsiz cazibesi… Çünkü kahramanımız sabahın köründe evden çıkmakta ve akşamın alacasında ancak yuvasına dönebilmekte. Şehirde yaşayanların çoğunun yaptığı gibi bütün bu dönemi, handiyse 12 saati hayattan çıkarmak yerine, birinin hakkını öbürüne yedirmeden, bir günün içerisine ikili bir yaşantı sığdırmayı göze almak.
Kendi kap kek işini kurma hayalinin peşini kovalayan Laura adlı bir kızla birlikte yaşamakta adamımız. Az konuşur, az-biraz kafası bulutlu bakışlı, uzun, ince bir esmer genç. Yeniyetme edalı. Küçük dünyasında küçük bir saygınlık halesiyle kuşatılmış bir tarzda piyasa yapar. Barmenle lâflar; müşterilerin bazılarıyla şakalaşır. Sessizliği ve sükûneti içekapanıklığa evrilmemiş.
Şairliği mi? Aşk Şiiri adını taktığı şiire, ailece kibriti çok sevdiklerini söylemekle başlamayı tercih etme düzeyinde. Hobilikten hayatın anlamına evrileyazmış ama belli bir aşamadan sonra kendi kendini imhaya evrilmiş bir manzume:
Evimizde çok kibrit var bizim
Her daim elaltında hazır ve nazır
Şimdiki gözdemiz Ohio Mavi Uç
Diamond’u tercihimiz eskilerde kaldı.
Ohio Mavi Uç’u keşfetmeden çok önce.
Koyu ve açık mavi, dayanıklı, beyaz etiketli
Küçücük kutulara mükemmelen paketli
Üstündeki harfler megafonik yazılı
Dünyaya bağırarak söylemek için sanki derdini:
“İşte dünyanın en güzel kibriti,
üç santimlik yumuşak çam gövdesi bedeni griye çalan koyu mor bir takkeli
öylesine süssüz ve öfkeli. Ve çılgınca tutuşmaya meyyal.
İlkin sevdiğiniz kadının sigarasını yakmaya amade
Şiir dediğimiz de bu.
Kendim için yazıyorum
“Kendim için yazıyorum”cuları bilirsiniz. Gözünüzün içine baka baka kâinatın en sunturlu yalanını sallarlar ve utanmadan bir de bu palavraya sizin de inanmanızı beklerler. Gözlerinizde küçücük bir şüphe kırıntısı sezerlerse vay hâlinize! Paterson’ınki öyle değilmiş gibi görünüyor. Sevgilisinin ısrarına rağmen yazdıklarını saklı tutması biraz da o dizelerin niteliğini az-çok hissetmesinden.
Bütün zamane Türk gençlerine mi benziyor Paterson? Malûm, her Türk, asker doğar ya. Değil. En temel fark şurada: Paterson, yazdıklarının değerini aslında içten içe doğru tespit ediyor. O dizelerin pek de yüksek bir edebi değer taşımadıklarını, kişiliğinin derinliklerindeki saklı bir mihenk taşıyla doğru ölçümlemiş. O yüzden yazdıklarını yayımlamayı aklına bile getirmiyor. Şiirle ilgilenmeye, şiir yazmaya, şiire odaklanmaya devam ediyor çünkü bu meşgale ona hayatın biteviye sıradanlığını unutturuyor. Hayatına bir anlam katıyor; Laura’nın bile dolduramayacağı bir makamdır bu.
Filmin bölümleri haftanın günleri.
Paterson rolündeki Adam Driver’ın da, Laura rolündeki Gülşefte Ferahani de rollerinin hakkını vermenin ötesine geçmekteler handiyse; izleyicide rol hissinin esamisini okutmayarak.
Bağımsızlığın nimetleri
Jim Jarmush, takdirkârı çok, seveni az bir yönetmen.
Doğru anladınız; sinemaseverlerin dişine göre bir yönetmen değil kendisi. Fakat onun Amerikan sinemasında mumla arandığında ancak bulunabilecek ‘kendine özgü tarz’ sahibi nadirattan. Paterson da yönetmenine benzemiş. Gülelim-eğlenelimcilere hiçbir şey söylemiyor. Çünkü film, hayatı bir anlam arayışı kabul edenler için…
Amerikan Bağımsız Sineması’nın, yani büyük yapım şirketlerine ve stüdyolara göbekten bağlı kalmaksızın kendi zihnindeki filmleri çekebilme bahtiyarlığına ermişlerin medarı iftiharı Jim Jarmush’un çıkış filmi, 1984 tarihli Cennetten de Garip (Stranger Than Paradise). Bir yol filmi. Bu filmiyle Jarmush, Hollywood’un bilindik ama tutmuş kalıplarını hiçe saymış, kelimenin hakiki manâsıyla ‘kendine mahsus’ bir sinema anlayışını tesise başlar. Bir kere film siyah-beyaz; yani kendine yabancılaşmış ruhun iç dünyasını en iyi yansıtacak tonda. Çifte yabancılaşma (kendine ve çevresine) saçma ve ötekini yadırgamanın doğurduğu tuhaf insani ilişkiler.
Paterson’la ortak yönleri mi? Gören gözleri için çok. İster ressam olsun, ister müzisyen; ister şair olsun, ister romancı, zaten bütün hakiki sanatçılar, ömürleri boyunca her daim aynı tema etrafında dönüp durmazlar mı? Farklı bağlamlarda ve değişik kisveler içinde elbette. İşte o fark, bir eseri yekdiğerinden ayırmakta zaten. O yüzden de aslen aynı temalar, bize hep ayrı gelir.
Basit insani hâller, olağan durumlar, sıradan insanlar, tipik ilişkiler… Ama bütün bunların yoğun bir duyarlılıkla dile getirilişi… Paterson’da izleyiciyi büyüleyen sıradanlığın şiirini galiba böyle tavsif edebiliriz.
Ne zormuş farklı bakmak! Üstelik muhatabına fark ettirmeden. Hem de en sıradan insanın hikâyesi üzerinden bunu başarmak.
***
Büyük şair Almanya’yı geziyor
Modern Türk Şiiri’nin başlatıcısı ve hâlen daha en büyük ismi Ahmet Haşim, uzun süre çektiği kalp ve böbrek hastalıkları nedeniyle 1932’de Frankfurt’a gider.
Tedavi için çıktığı yolculuğun ilk ânlarından itibaren bu zorunlu geziyi yazmaya başlar. Kayda geçirdiği izlenimlerini İstanbul’a döner dönmez, zamanın Milliyet’inde ve Mülkiye dergisinde tefrika eder. Kısa bir müddet sonra da metni kitaplaştırır. Kitap 1933’ten 1991’e kadar beş kez basılır. Elimizdeki kitap, 2007 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkanı. Yayına hazırlayanlar ise Nuri Sağlam ile Fatih Andı.
Ahmet Haşim kitaba seyahatnameler hakkındaki düşünceleriyle başlar: “İnsan, hayatının tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu alelâdeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar. Bu itibarla seyahat, harikulâdelikler avı demektir.” (S. 13.) Gerçekten de harikulâdeyi tarif edişiyle metin, uyumlu bir raks tutturur. Örnek mi? “Harikulâde, birkaç alâladenin birleşmesinden meydana gelir.” (S. 13).
Alelâdeden müteşekkil harikulâde
Konularını dıştan ziyade içten mütalâa ettiğini söyleyen şairin cümleleri, bugün bile orijinalliğini ve yeniliğini koruyan tespitlerle ve karşılaştırmalarla örülü. 1930’lu yılların Türk aydınının Avrupa’yla temasının mümtaz bir belgesi niteliğindeki seyahatname, aynı zamanda harikulâdeye evrilmiş bu alelâdeliklere farklı bakışın eseri.
“Hayatında büyük bir Avrupa şehri gören bir adam, kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş gibi addedebilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” (S. 29) Yine de Frankfurt ehemmiyetsiz bir yer zannedilmesin diye vurgular: “Hele, nüfusunun onda iki nispetinde Yahudi olduğunu söylemek, bu şehrin iş itibariyle de ne büyük bir faaliyet merkezi bulunduğunu anlatmaya kâfidir. Yahudiler büyük kuşlar gibidir: Onların havada şu veya bu istikamette uçuşu, yerde, büyük hayat cereyanlarının ne tarafa aktığını gösterir.” (S. 29.)
Bu anekdottan sonra Frankfurt’a dair ilk intibalarını anlatmaya devam eder: “Gece karanlığında içine girdiğimiz bu büyük Avrupa şehrini ikinci sabah binaları, caddeleri, mağazaları ve kalabalığıyla görünce kendimde en ufak hayrete benzer bir şey duymadım. Zira karşımdaki o büyük hayat cezr ü meddinin ismi Frankfurt olduğu gibi, pekâlâ Paris, Londra, Viyana veya Budapeşte olabilirdi.” (S. 29).
Yeknesaklık ve hayranlık
Haşim tasvir ettiği yeknesaklığa, makine hâkimiyetine rağmen Goethe’nin evini ziyaretinde gördüğü kalabalık karşısında donakaldığını itiraf eder: “Hava azotundan sun’i gübre, odundan şeker, kömürden benzin çıkaran şu altın gözlüklü, kenevir saçlı, golf pantolonlu kimya muharebesi hazırlayıcıları genç ‘Herr doktorlar’ vatanında eski bir şairden başka bir şey olmayan Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz, diye düşünüyordum.” (S. 34).
Haşim’in şaşırtan bir diğer husus da tedavi gördüğü klinikte tuz yerine kullanılan ‘citrovin’ isimli maddeden memnuniyetini doktoruna ifade etmesiyle başlar. Doktor hastasının memnuniyetini üretici fabrikaya bildirir. Ardından kendisine bir mektup gelir; fabrikayı gezmesini teklif ediyorlardır. Emrine amade bir otomobil gönderilir ve fabrika, Ahmet Haşim’e bizzat sahibi tarafından gezdirilir. Şair hiçbir ticari kıymeti bulunmayışına rağmen gördüğü muameleden müteessir kalır. Tedavi sonrasında kendisini İstanbul’a uğurlayanlar arasında bu fabrikanın sahibi de yer alır.
Şimdilerde handiyse her aydınımız, Avrupa’yı veya Amerika’yı sık sık gezebilmekte. Fakat hangisinden Frankfurt Seyahatnamesi kıratında bir metin bekleyebiliriz ki!