15 Temmuz sonrasında daha ilk günden itibaren farklı çevreler tarafından mağduriyet algısı işlenmeye başlandı. Darbe girişiminden çok kısa bir zaman sonra basında da bazı kalemler mağduriyet algısı oluşturmak için ellerinden gelen gayreti gösterdi. Binlerce, on binlerce mağdur olduğu söylendi. Kimileri de bu süreçte mağduriyet söylemini dinî duyarlılıklara hitap ederek daha etkili kılmaya çalıştı. Mağduriyet söylemi sorunlu bir yaklaşımdı ve mağduriyet algısının oluşumuna zemin hazırlamaktaydı. Bundan bağımsız olarak mağdurların olabileceğini de gayet tabiî karşılamak gerekirdi. Çünkü muhatap olduğumuz durum küresel ölçekte emperyalist bir kuşatmanın Türkiye’yi teslimiyete zorlamasından ibaretti. Ne yazık ki dinî referansları etkin bir şekilde kullanan bir örgüt bu kuşatmada etkin bir rol oynuyordu.
17-25 Aralık 2014 gibi çok geç bir tarihten sonra “paralel devlet yapılanması” ve daha sonra da “Fetullahçı Terör Örgütü” şeklinde tanımlanmaya başlayan örgütsel yapı, geçmişte, uzunca bir süre meşru bir hareket şeklinde görüldü. Aslında meşru bir hareket şeklinde görüldüğü yıllarda bile bu hareketin sorunlu bir düşünüş ve örgütlenme biçimine sahip olduğu rahatlıkla görülebiliyordu. Örgütsel yapının özellikle hâkim olduğu alanlarda “kendileri”nden başkasına hayat hakkı tanımadığı 90’lı yıllarda dahi bilinmeyen bir durum değildi. Fakat küresel emperyalizmin gücü, koruması altında olduğu için hiç kimse bu örgüt karşısında durmaya cesaret edememişti. Çünkü örgüt, kendine muhalif olan bütün unsurları temizleyerek ilerlemiş ve adeta durdurulamaz bir güç hâline gelmişti.
Küresel emperyalizm ve onun yerli uzantılarına karşı mücadele açısından Gezi Parkı olayları tam manasıyla bir kırılmadır. Erdoğan, “kısa yirminci yüzyıl” parantezini kapatmaya aday tek liderdi. Kuşkusuz İstanbul Belediyesi tecrübesi de dâhil edilirse ciddî bir birikime sahipti. Fakat Erdoğan’ın özellikle 2009’dan itibaren yaşadıkları daha kıymetlidir. Çünkü bu tarihten sonra doğrudan mücadelenin bütün çelişkilerini yaşamıştı. Erdoğan, 2013’ün kırılgan ortamına direnç gösterme konusunda benzersiz bir duyarlılık gösterdi. Küresel emperyalizmin en büyük saldırısı Gezi Parkı’nda yaşandı. Nitekim FETÖ’nün açık kimliği ile meydana çıkması da bu hadiseden sonradır. 1953’te İran’da denenmiş bir yöntem ile Erdoğan’ı devirmeye çalışmışlar fakat başarılı olamamışlardı. Onların başarısızlığı ile Türkiye’nin başarısı arasındaki etkileşimi farklı açılardan değerlendirmek gerekir. Bu olayın birçok akademik çalışmaya konu olması gerekirdi. Benzer olayların “turuncu devrim”, “Arap baharı” vs. adlarla birçok ülkede denendiği ve başarılı olduğu da görüldü. Fakat bu oyun Türkiye’de tutmadı. FETÖ’nün Erdoğan’a karşı darbe yapmaya karar vermesi de küresel emperyalizmin bu olayda başarısız olmasının neticesidir.
17-25 Aralık Hukuk Darbesi de başarısızlıkla neticelenince askerî darbe seçeneği masaya yatırıldı. ByLock uygulaması da bu dönemde devreye girdi. Bugün karşımıza çıkan mağdurlar da darbe kararının fiiliyata geçirildiği bu dönemin eseridir. FETÖ’nün olası başarısızlık durumunda “mağduriyet” meydana getirebilmek için farklı uygulamalarla sıradan vatandaşları da ByLock yazışma ağına dâhil ettiği anlaşılıyor. Nitekim kamuoyuna sunulan bilgilere göre oluşturulan “muğlâklık” 2014’ün yaz aylarına rast gelmektedir. Bu muğlâklığın FETÖ’cüler tarafından bilinçli bir şekilde kurgulandığı anlaşılıyor.
Türkiye’ye karşı bir darbenin hazırlık aşamasında FETÖ tarafından bilinçli bir şekilde oluşturulan muğlâklık ve mağdur olduğu anlaşılan kişiler sebebiyle devletin suçlanıyor olması oldukça anlamlıdır. Hâlbuki bakışların yeniden FETÖ’ye ve FETÖ’cülere yönelmesi gerekirdi. Çünkü FETÖ, bilerek ve isteyerek bir “canlı kalkan” gibi kullanmak üzere bazı sıradan vatandaşları uygulamaya dâhil etmiş ve sırası gelince kullanmıştır. Nitekim 15 Temmuz’dan hemen sonra devreye sokulan mağduriyet söylemi, sıradan insanlar üzerinden mağduriyeti bir olguya dönüştürmeyi başarmıştır. Olguya dönüştürmekle “mağduriyet”e süreklilik kazandırılır. Bu gerçeği bir kenara bırakarak mağduriyet söyleminden bir haklılık çıkarma yarışına girenlerin hadiseleri yeniden ele alması gerekir.
Bugün artık FETÖ’ye küfretmenin ve alçak, namussuz gibi birtakım sıfatlarla bu yapıya karşı tavır göstermenin kimseye bir faydası yok. Özellikle de devam etmekte olan FETÖ oyunlarını anlamaya çalışanların yüzüne elinizin tersini göstermenizin de hiç faydası yok. Çünkü bu tavrı geçmişten hatırlıyoruz. Hem de öyle birkaç sene önce falan da değil. On, yirmi, otuz yıl geriye gidebiliriz. Hangi aşamada kimlerin yalnızlaştırıldığını, kimlerin müstevlilerin emelleri ile kendilerinin gelecek planlarını telif etmeye çalıştığını az çok biliyoruz. Bu sürecin hâlâ devam ettiğini belirtmekte de bir sakınca yok. Geçmişte hangi safta durulduğu elbette önemlidir. Fakat FETÖ ile mücadeleyi mahalle kavgasına indirgemenin de bir anlamı yok. Hele ki birilerine “elinin tersini göstererek” afra tafra yapmanın ya da “demek ki neymiş”, “biz söylemiştik” seviyesizliğiyle haklılık pozuna bürünmenin de ahlâkî ve entelektüel bir tutum olmadığı açıktır. Mağduriyet kutsamasına çıkmakla bu ülkeye bir şey kazandıramayız. Tekrar tekrar anlamaya çalışmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını görmemiz gerekir.
Yaşadığımız bu uzun süreçte “karabudun”un feraseti siyaset, iş dünyası, eğitim, edebiyat, sanat hâsılı “havas” grubuna galebe çaldı. Karabudun sahneye bir defa çıkar. Onlar görevini yaptı. Aynı görev bürokrasi, siyaset, iş dünyası, sivil toplum kurumları, aydınlar ve gazetecilerin üzerine de düşer. Küresel emperyalizmin baskısı ve işbirlikçilerin direncinin çok güçlü olduğu söyleniyor. Bizim kanaatimiz de bu yöndedir.