Edebiyatta bazı türler, ister iç sebeplerle isterse de yerini tutacak bir başka türün ortaya çıkması gibi dış sebeplerle vakti saati geldiğinde ölür. Mukadderat.
Meselâ mektup. Yahut hakiki manâsıyla fıkra.
Sinemada benzeri bir durum, en çok da korku türü için geçerli. Teslim etmek makamındayız; dışarıdan gelecek değişiklik zorlamalarına ihtiyaç kalmadan korku, sanki nekahet evresindeymiş gibi, 80’lerdeki kimi yaratıcı örneklerinin ardından, en beklenmedik vakitte öleyazdı.
Hâlbuki mühim bir tür.
Şu bakımdan: İnsanın en temel dürtüleri, en karanlıkta kalmış (Veya kalması tercih edilmiş.) yönleri, belki kimileyin çokça naif, kimileyin de fazlasıyla kör kör parmağım gözüne teşrih edilir korku filmlerinde. Yahut da oturmuş bazı korku olgularına yaslanarak daha derinlerde saklı dehşetlere erişmeye gayret edilir. Merkezi değer her daim ölüm meselesinde elbet.
Klişe Yeniliktir
Sun’i ışıkla aydınlatıldığı fazlasıyla belli bir ormanda yaşanan bir gece kovalamacası, kapıyı açmak için aheste ilerleyen siyah eldivenli meçhul bir sol el, sığınılan evin, çok geçmeden aslında dışarıdan bile daha tehdit edici hâle gelmesi gibi korku klişeleri dahi her seferinde, çoğunlukla bir ömür bile farkına varmadığımız en koyu dehşetlerimizi tetikler.
En azından gıdıklar.
Film bittiğinde de izleyici, kişiliğinin mahzenlerinde uzun vakitlerdir gömülü, ancak bir bölümü şöyle-böyle belirgin tedirginliklerinin kısmi telâfisi üzerinden yaşadığı bir çeşit arınma hissiyle terkeder karanlık sinema salonunu. Sıradan bir korku filmi bile izleyicinin çoğunlukla bilinç düzeyine çıkmamış kaygılarını, meselâ diri diri gömülme korkusunu, (Anlaşmak kasdıyla anlam daraltıyorum: ölüm korkusunu! Yine de bu ikisini aynı şey saymadığımı eklemek mecburiyetindeyim.) şıppadanak saldırıya uğrama tedirginliğini, meçhullerden çıkıp gelebilecek ve her ân tehlike arzedebilecek nice esrarengiz acaibül garaibatı veya ana rahmine dönme takıntısını, bir yandan gündeme taşır, öbür yandan da filmdeki karakterlerin deneyimledikleri üzerinden izleyicinin de bizzat yaşantılamış kadar hissedebilmesinin zeminini hazırlar. Unutmamalıyız, korkuyu tahrik edecek malzemenin bir kısmı mazide ise öbür kısmı da atide.
Nihayetinde izleyici, bütün o kaygılarından, korkularından ve takıntılarından yaşadığı faraza arınma üzerinden üç vakte kadar sıyrıldığını varsayar.
“Bir korku filmi izlendiğinde burada söylenenin asıl tersi gerçekleşmez mi?”diye sorulabilir.
Bir bakıma öyle. Çünkü izleyici aynı zamanda, unuttuğunu varsaydığı korkularıyla, kaygılarıyla ve ta bebekliğinden beri içinde taşıdığı takıntılarıyla karşılaşmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Daha da fenası, gelecekte tecrübe etmesi muhtemelleriyle. Fakat burada gözden kaçırmamamız gereken husus şu: Bütün bu ürkünç şeyler, izleyicinin değil, filmdeki kişinin veya kişilerin başına geldi. Yani izleyici bütün bu korkunç saldırıların beherinden kefeni yırttı. En azından bu seferlik.
Doğru, türün sömürgenliğine işaret ediyorum.
Kapanı Kırmak
Ne ki mevzuun tam burasında şu hususu kabul etmek durumundayım: Yukarıda anlatmaya çalıştığım husus, türün kendine has cevherini tavsife yönelikti. En ünlü korku filmlerinin bile pek çoğu, türün bu cevherini ancak heba etmekte.
Demem o ki korku sinemasının hem klişeye yatkın yapısı, hem de sürü-sepet kötü örneklerin eliyle yıpratılması, çok geçmeden nitelikli korku filmlerinin köküne kibrit suyu döktü.
Apaçık ortadaki bu tıkanıklığı aşmak için bu yüzyıldaki girişimlerin pek çoğu, yazık ki teveccüh edilebilir eğlencelik düzeyinde kalmayı ancak başarabildi. Zaman zaman bazı örneklerde görülen çoğu 3-5 dakikalık kimi yeni öğeler, küçük saman alevi parlaklığından öteye gidemiyor, Wes Craven’in 1996 tarihli Çığlık (Scream)’ının ilk 20 dakikasının yakınına bile yaklaşamıyordu.
Jordan Peele imzalı Kapan (Get Out) adlı film, türdeki bu tıkanıklığı aşmaya aday evsaftan birçok hususiyet barındırmakta.
Bir kere korku filmlerinin vazgeçilmez zaafı durumundaki tek boyutlu senaryo durumuyla karşılaşmıyoruz filmde. Sanki bir author filmiyle karşı karşıyaymışız gibi filmin senaryosu da yönetmene ait.
Amerika’nın Zenci Meselesi
İlk ânda filmin hikâyesi, vasıfsız bir geceyarısı eğlenceliği izlenimi uyandırıyor.
Sıradan bir genç zenci, zengin ve seçkin bir beyaz genç kız tarafından ailesinin yaşadığı kır evine davet edilir. Aslında geleceğe yönelik niyetlere işaret eden resmi bir tanışma havasında geçmesi beklenen bu davet, hızlıca bir sürü garabeti beraberinde getirir. Aile efradı ile yakınlarını içeren bu tanışma faslında rayında gitmeyen bir şeyler vardır.
Ne ki çok geçmeden başlayan ve en beklenmedik ânlarda zuhur eden, üstelik filmin en son sahnesine kadar süren küçük ama yerinde zeki hamleler, Kapan’ı türün sıradan örneklerinden birinin ötesine taşıyor.
Meselâ “Ben kimdir?” sorusunun cevabı aranırken işaret edilen istikamet, handiyse her seferinde bedeni esas alır. Ama kişilik, bedenin neresinde? Bedenin sınırı ile ruhun ve his âleminin sınırları nasıl tayin ve tespit edilebilir? Bilinç olgusu ile beden nesnesi arasındaki ilişkiyi mütearifeleştirebilir miyiz?
Böylesi felsefi ve psikolojik meseleleri gündeme taşıyan yananlam katmanlarının yanında Kapan’ın siyasi ve sosyolojik açılardan da değerlendirilmeyi bekleyen ipuçları barındırdığı ortada. Meselâ zenci meselesinin hâlen daha Amerika’nın yumuşak karnı kalmaya devam ettiği gibi.
Iskalanması yazık.