Aslında Jön Türkler, sistematik düşünce anlamındaki felsefeyle bağlarını çoktan koparmış, biricik düşünme çabalarını ‘devleti kurtarmak’a odaklamış kişilerden müteşekkildi. Yöntemleri ve yeterlilikleri elbette ayrı mesele. Düşünceyle de, siyaset düşüncesiyle de bağları ancak bu kadardı ama. Böylesine bir çabaya bu şartlarda odaklanan bir düşünme etkinliğinden de devletin tanımı, düzen değişimi, devletin nasıl kurtarılacağı gibi alanlarda at koşturması beklenemezdi.
Ne ki Jön Türkler’in metinlerine bakıldığında, düzeyi bir tarafa, yalnızca siyaset düşüncesiyle ilgilendikleri ve bu alanda vukufiyetlerinin de sanıldığı kadar üst düzeylere çıkmadığı görülür. Üstelik bu ilginin açılımında da, çoğu tıp okuduğu için toplum olayların bir takım kimya formüllerine dönüştürülebileceği, fizik ve biyoloji etmenlerine bağlanabileceği, kısaca toplumdaki tüm hareketlerin ‘madde’yle açıklanabileceği şeklinde vahim bir yanılgı açık seçik okunmaktaydı.
Öte yandan, İslâmcı anlayışla lâik görüş, Batı taparlıkla antiemperyalistlik, ümmetçilikle milliyetçilik, gelenekçilikle ilerlemecilik gibi birçok muhalif unsur bir araya gelebilmiştir teşkilâtta. Çünkü bu görüşlerin tümünün ortak paydası birdir: bu düzen değişmeli!
Günümüzde sıkça duyduğumuz ‘bu düzen değişmeli’nin, o günlerde şimdiye göre biraz daha berrak kaldığını belirtmeliyiz: Sultan’a ve saltanata karşı olmak, Batılı anlamda Anayasa’nın yürürlüğe geçirilmesini istemek, azınlıkların, yani Müslüman olmayan halkların haklarını savunmak, tanımlanmamış bir nazenin olarak özgürlük talep etmek…
Fakat Jön Türkler’in asli amacının özgürlük isteği olduğunu söylemek bizi yanıltabilir. Onlara göre özgürlük, devletin bekasının şartıydı. “Bütün Osmanlılar’ın kardeşliği” sloganından yola çıkarak varmayı düşündükleri nokta, aslında devletin dış müdahalelere açık azınlıklar gediğini onarmak ve iç bölünmelere karşı korumaktı. O yüzden de özgür bir ortamda kurulacak anayasa şemsiyesi altındaki idare, ‘Osmanlı milleti’ni doğuracak, böylelikle ‘Osmanlı vatanı’ da tanımlanmış olacaktı. Hiçbir siyaset tarzının kaldıramayacağı kadar romantik, değil mi? Demin gerçekçilik dediğimi unutmuş değilim. Jön Türkler’den söz ediyoruz çünkü. Jön Türkler’den, yani tezatlıklar kumkumasından.
Hasta adama sıhhat aşısı
İyi de bu nasıl gerçekleşecek, devlet nasıl kurtarılacaktı? Ara fraksiyonları bir tarafa bırakırsak, Jön Türkler’in bu konudaki ana yönelimlerini şöyle sıralayabiliriz:
1 – ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir’e gönülden inanan Ahmet Rıza Bey’in başını çektiği İttihat ve Terakkici cephe, devlette seçkinlerin ve seçkinliğin gerekliliğine inanır. O yüzden de bu cephenin siyasetinde devletçilik ve merkezcilik, hayati bir roldedir. Bu kanadın dikkate değer bir kabulü de, yönetimde Türklerin bulunmasını öncelemeleri.
Cemiyetin en belirgin yönü, sıkı Auguste Comte taraftarı olmaları.
2 – Yönetimin bir elde toplanmasına karşı çıkmayı esas kabul eden Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti’den toplanan cephenin lideri ise Prens Sabahattin. Yerinden yönetim, bölge şartlarına göre özerk bir yapı ve özel girişimin önünün açılması gibi konulara verdiği önemle öne çıkan Prens Sabahattin, tam bir Osmanlıcı. Bu kanat ise Le Play taraftarı.
Bugün bu kanatlardan hangisinin kazandığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kazanmadan neler yitirdiği ortada. Yine bugünden bakıldığında, Jön Türklerin yalnızca su yüzüne çıkan görüşleriyle yüzleşildiği, dolayısıyla dönemin ruhunun kavranmasının zorlaştığı göz önüne alındığında, İttihatçıları da, Âdem-i Merkeziyetçiler’i de, aralarındaki tartışmaların serencamını da yerli yerine oturtmak çetinleşmekte. Ne ki tüm zorluğa karşın, kimi yanlışlara düşme ihtimalini de hesaba katarak bu iki kanadı şöylece çerçeveleyebiliriz: İttihatçılar sıkı Türkçü, kendi düzenlerini koruma niyetiyle pazarlıksız devletçi, yönetimde merkezci, eleştirdikleri saltanatla yarışacak denli otoriter ve seçkinci, darbeci…
Âdem-i Merkeziyetçiler ise Osmanlı’dan yana… Yönetimde kimi düzenlemeler ve merkezin otoritesinin zayıflatılması, idarenin bölgelere bölümlenmesi gibi değişikliklerle devletin düzeleceğine inanan, bu arada iktisat ve eğitim konularına ağırlık verilmesini savunan ve ıslahatçı…
Sosyalizme karşı, bireyden yana ama kapitalist değil
II. Abdülhamid’in eniştesi Damat Mahmut Paşa’nın oğlu Prens Sabahattin, (Prensliğinin su götürürlüğü ayrı mesele…) 4 Şubat 1902’de toplanan ilk Jön Türk Kongresi’nin başkanlığını yürütür. Fakat Jön Türklerle arasında daima görüş ayrılıkları olmuş, zamanla bu ayrılıklar husumet aşamasına gelmiştir.
Üç yıl sonra asker çevrelerinde yankı bulan ve taraftar toplayan hareket, özellikle Balkanlar’da gizli örgütlenmelere gider. 29 Aralık 1907’de Paris’te toplanan ikinci kongrede II. Abdülhamid’e karşı ortak hareket, orduya sızma ve devleti ele geçirme kararları alınır. Ne ki II. Meşrutiyet’i hazırlayan bu kararlar, içeride de güç kaybına yol açmamış değildi. Zamanı için fazla aykırı kaçan Prens Sabahattin’in görüşleri, çağdaşlarınca kendisinin dışlanmasına yol açmış, bu görüşler özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında daha bir mercek altına alınmış, hatta hakkında küçümsenmeyecek inceleme ve araştırma yazıları yazılmıştır.
Görüşlerinin özünü teşkil eden kimi düşünceleri çağdaşlarınca beğenilse bile, bu görüşlerdeki eleştiri dozundan rahatsız olunmuş, böylelikle de Prens Sabahattin gizli takdirkârı çok, açık muhalifi daha çok bir isim hâline gelmiştir.
Prens Sabahattin’in görüşlerinden önce, karşı çıktığı hususları hatırlayalım: toplumculuk, sermayecilik ve yayılmacılık.
Prens tüm bu görüşlerin tam karşısında biri. Muhalifleri bile onun görüşlerindeki samimiyetini belirtmeden geçemiyor. Görüşleri dışında eleştirildiği yönlerden biri de kimi Katolik çevrelerle açıklanması zor yakınlığı. Bu yakınlık, 1906’da yayımlanmış Constantinople aux Derniers Jours d’Abdul Hamid adlı bir kitapla taçlandırılır. Prens Sabahattin hakkında olumlayıcı ve görüşlerini açıklayıcı bu kitabın yazarı, bir Katolik papazı. Bu durum, değil karşıtları arasında, yandaşları nezdinde bile Prens’in Katolik Kilisesi tarafından kullanıldığı yorumuna yol açar. Elbette en hafifinden ‘kullanıldığı’… Hâlbuki siyaset dünyasına kuşbakışı bakan biri bile hemencecik anlar ki o âlemde kullanılmak, zaten karşı tarafın rızasına bağlıdır.
Bir insan tasavvuru
Çağdaşlarından farklı olarak Prens Sabahattin’de görebileceğimiz en önemli yönlerden biri, bir kıpırtı oranınca da olsa siyaset düşüncesinin üzerine çıkma kaygısı. O yüzden de Prens Sabahattin’in görüşlerinin ana yönelimi, bir insan idealinin gerçekleşmesine yönelikti. Bu insan idealinin gerçekleşmesini mümkün gördüğü yol da, bu uğurdaki özel bir eğitimden geçmekti. Ancak bu türden ideal insanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkacak bir toplum, yaşanılası bir dünyayı kurabilirdi. Bu topluma ulaşmak için de ilk yapılması gereken, mevcut toplumun yapısını sağlıklı tahlil etmek ve buradan hareketle ideal toplumun ipuçlarını yakalamak…
Prens Sabahattin’in görüşlerini daha bir anlayabilmek için okuduğu ve etkilendiği Batılı düşünürleri gözardı etmemek gerekli: Haeckel, Büchner, Foullie, Le Play ve Edmond Demolins… Fransız düşüncesinin ikinci sınıf düşünürleri.
Biyolojik materyalizm taraflısından siyasi görüşlerin kimi ruhi etmenleri bulunduğuna inananına, ahlâkın kaynağının insanın dışındaki öğelerde aranması gerektiğini inananlardan bu öğelerin insanın kendisinde aranması gerektiğini savunanlara değin geniş bir yelpazeden hangi ilkelere göre ‘derlendiği’ açık olmayan birçok düşünce yığını. Özellikle Demolins’in A Quoi Tient la Superiorite des Anglo-Saxons adlı eserini baştacı ettiği bilinen Prens Sabahattin, ‘terbiye’nin her şeyden önce geldiği, o yüzden de ilkin insanların bireysel yeteneklerinin geliştirilmesi gerektiği, sonuçta da iyi yetişmiş kişilerden oluşan yönetim kadrosunun merkeze gereksinim duymadan kendi başına karar verebileceği görüşlerinin kaynağını bu siyaset düşünürüne borçlu. Demolins’in Fransız siyaset sistemini eleştirmek için geliştirdiği, İngiliz ve Amerikan toplumlarıyla yönetim biçimlerini övdüğü, ülkesine yol gösterdiği bu görüşler, Prens Sabahattin için biçilmiş kaftan niteliğindeydi.
Fransa ve Prusya gibi ülkelerde memurluğun bunca geçer akçe olmasını da bireye gerekli önemin verilmemesine bağlayan Demolins, Anglo-Sakson toplumların bireyci eğitim anlayışlarını öneriyordu.
Âdem-i Merkeziyet nedir?
Şimdi de Prens Sabahattin’in adıyla özdeşleşen adem-i merkeziyet görüşünü nasıl açıkladığına bakalım: “Merkeziyete istinat eden meşrutiyette teftiş, memleketin bir noktasından başlayarak cihad-ı sairesine intişar eder. Memurînin kısm-ı azamını merkez tayin ettiği için, vilâyetlerin mesalih-i umumiyesi onlardan müteessir olmayan efrad ile idare olunur. Bu idare, ister bir kişi tarafından gelsin (hükümdar) ister 500 kişi (parlamento) neticelerin her ikisi de bir kapıya çıkıyor: istibdat. Değişen keyfiyyet değil kemiyyet. Adem-i merkeziyete istinad eden meşrutiyette ise teftiş, memleketin eczasından, nahiyelerden başlayarak tedricen büyüye büyüye merkeze müntehi olur. Tabiidir ki nahiye, kaza ve vilâyet mecalisi, memurlarını en basit menfaatleri muktezası, namuslu ve muktedir zattan intihab eder.”
Bu görüşlerin etkisiyle memurluk kurumunu topa tutan, memurluğu zararlı bir uğraş sayan Prens Sabahattin, o güne değin hiç kimsenin yapmadığını yaptığının ve bu işi, seçkinlerinin memur olduğu bir ülkede gerçekleştirdiğinin farkındaydı. O yüzden de, rahatlarının kaçacağının farkına varan yandaşları bile ondan uzaklaşır; çevresi gittikçe daralır.
Dönemin aydınlarının tersine, Türkler’in iktisadi faaliyetlere girişmesinin önemini vurgular. Ne ki o görüşlerini açıkladıkça, yanında ve karşısında bulunanların tümü asker veya sivil memur olduğu için düşmanını artırmakta, rakiplerinin ekmeğine yağ sürmekte.
Seçkinlik vurgusu
Bu durumu tarihe bırakacak olursak, Prens Sabahattin’den öğreneceğimiz çok şey var. Örneğin şu satırlar, tam da bugün için söylenmiş gibi değil mi?
“Mevaki-i âliye kuvve-i icraiye tarafına, yani memurlara, onların maişeti ise aldıkları maaşa ve bittabi o maaşın geldiği tarafa bağlı. Nasıl olmasın ki! Hükümet kapısından çıkar çıkmaz hepsi iman getirmiş. O halde servet, ikbal, iktidar, herşey hükümdardan geleceği için, bütün gözler onun gözüne girmeye, onun gözü ise tahakkümü artırmaya dikiliyor.”
Görüldüğü gibi dönemdeşlerinin tersine, seçkin yetiştirmeyi yalnızca siyasi seçkin yetiştirmek diye anlamayan bir tek odur. Bir tek Prens Sabahattin’de düşünce, sanat, edebiyat ve teknik seçkin yetiştirme vurgusu vardır.
Döneminin çoğu ismi gibi eklektik bir düşünür olmak ve kimi düşüncelerinde muarızlarının karşısındaki görüşlere taraf olmak durumunda kalan Prens Sabahattin’i nereye oturtmak gerekir?
Bu soru, hakkındaki bunca çalışmaya karşın yine de en azından şimdilik kolaycana karşılanacak bir soru değil. Ne ki Prens Sabahattin’e şöyle bir bakıldığında bile, günümüz siyasilerinin dillerine pelesenk ettiği görüşlerin haylicesinin ona ait olduğunu görmek, Türk düşüncesinden biraz olsun haberdar olanları hiç şaşırtmasa gerek.