Edebiyatımız niçin gizli veya aleni bir taşrasevmezlikle dolu? Taşra niçin sevimsiz, verimsiz, insanı kurutan, çorak, hastalıklı, kaçınılması gereken bir yerdir? Hatta daha ötesi, niçin taşra sadece sevimsiz bir yerin adı değil, bundan daha fazla menfi değerlerin de taşıyıcısıdır? Bu soruyu şu bilgiyle birlikte değerlendirdiğinizde, yumağın daha bir çözümsüzleştiğini farkedersiniz: Son üçyüz küsur yıldır aydınlarımızın bütününe yakını aslen taşralı.
Bir yanıyla Tanzimat çöküşümüzün habercisi. Doğru. Ama öbür yanıyla belki de insanlık tarihinin tanıklık edeceği yegâne kıymet hükmü, idrak ve ihsas mekanizmalarına varıncaya değin bütün fert ve cemiyet öbeklenmelerini kuşatacak bir mikyasta tabii ve sahici bir tarzda yenilenme, eskinin hakkını yemeden muasırın verimlerini bünyesine ekleyip o güne kadar zamanın cilâladığı şahsiyet potasında erittikten sonra ortaya yepyeni ve aynı zamanda epeski bir ben idrakı, insan anlayışı, çevre kabulü ve oluş hamlesinin de adı aynı zamanda.
Osmanlı’nın yıkılması, mevcut siyasi, askeri veya iktisadi kuvvetinin bertaraf edilmesi değil, işte bu tarihte eşi görülmemiş tecdit hamlesinin durdurulması demektir. Kapitalizmin yegâne alternatifinin gürleşmesinin durdurulması, aslında yalnızca müslümanlık için değil, aynı zamanda insanlık için de seçeneksizlik demekti.
Bu silkinişin tamamlanmasına müsaade edilmediği için de o dönemden çöküş diye bahsetme hakkına sahibiz. Tanzimat Fermanı aslında ahalinin kendi içerisinde zaten yürüttüğü, Avrupa’daki manâsıyla imtiyazlı bir sınıfın ortaya çıkışının engellenmesi kaidesinin kâğıda dökülmesinden ibaret.
Tarihini ya bilmemek yahut da yanlış bilmek ihtimallerinden birine mecbur bırakılan insanımızdan gizlenmiş hususlardan biri de şu:
Uzun yıllar ancak ilmiyeye mensup bir Türk Payitaht’a kabul edilebilirdi; sonraları da seyfiyeye… Dolaysıyla İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra bile kasten Türkler’e tamamen açılmamış bir şehir. Zamane idarecilerinin bir öngörüsüzlüğü mü bu? Alâkası yok. Hatta tersine: Siyasetin kirletici, çürütücü, yozlaştırıcı taraflarından korumak için Türkler Payitaht’taki kalemiyeden uzak tutuldu. Dolayısıyla İstanbul ahalisinin kahir ekseriyetinin, müslim veya gayrimüslim ama aynı zamanda gayrıtürklerden teşekkülünün sebebi bu. Tanzimat Fermanı işte bu kendi içinde tutarlı bir gerekçeye dayanan dengenin bozulduğu dönemin de başlatıcısı aynı zamanda. Türkler artık İstanbul’un her yerinde ve her meslekte.
Osmanlı’nın sınıfsız bir toplum yarattığı gerçeği ile onca ‘esnaf’ı barındırması arasında varolmayan o çelişkinin hakikati bir tarafa, (‘Esnaf’ tabiri, aslında ‘sınıf’ın çoğulu…) biz bu tahfifi doğuran şartları tespite gayret edelim:
Osmanlı’nın seçkinini temsil eden üç sınıftan birine, ilmiyeye, seyfiyeye ve askeriyeye dahil olmayan bu yeni münevveran sınıfının kahir ekseriyeti aslen taşralıydı. Ama vazifeleri gereği dönemin Türkiye’sinin neresine giderlerse gitsinler yahut gönderilsinler, gittikleri her yerde İstanbul’u aramadan edemediler. Tanzimat ve sonrasının edebiyatı, serapa bu firakın inlemeleriyle dolu: Mektuplar, hatıralar, romanlar, hikâyeler, şiirler, piyesler ve düşünce metinleri, kendini yaban ellerde hisseden bu sonradan İstanbullu’nun çevresine attığı o küçümser bakışın ipuçlarıyla örülü… Zaten durum, deyimleşmiş ismiyle de müsemmaydı ya: taşraya çıkmak= sürülmek.
Bir yanıyla civcivin, içinden çıktığı yumurtayı tahfifi kadar sefil bir tavır bu elbette. Fakat öbür yanıyla İstanbul, İstanbul’un dışında yaşayan herkes için bir çeşit cazibe merkeziydi. Oraya ulaşmak, sevgiliye kavuşmak demekti. Taşraya çıkmak ise bir kere kavuşulan sevgiliden zorla koparılmak…
Tanzimat’la başlayan bu anlam yükleme tarzı, hâlen daha böyle. İstanbul: Kudretin mekân hâli… Taşra ise kudretsizlik. Yahut daha iyimser ifadesiyle kudret kaybı. Kim bir kere tattığı böylesi bir kudreti canı gönülden terkeder ki!
Bütün bunlar aslında edebiyatımızdaki bu taşra tahfifini anlama gayretinden ibaret…
Felâh bulmaz İstanbul muhabbetinin yanıbaşına bir taşra gerçeğini olanca sahiciliğiyle görebilme ve muhataplarına da gösterebilme maharetini sergileyen yazarlarımız da var elbette. Galiba bunların başında Sabahattin Ali’yi anmak gerek. “Hapishanede tanıştığı Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyle…” şeklinde açıklanagelmiş bu gerçekçi edanın hakiki sebebini, yazarın satın aldığı bir kamyonla aynı zamanda nakliyecilik işleri de yapmasıyla, dolayısıyla gittiği yerlerdeki insanımızla kurduğu bürokratik değil, sahici temasıyla da açıklamak pekâlâ mümkün. Hatta belki daha inandırıcı. 1935’de yayımlanan Değirmen’i takip eden Kağnı’da da, Ses’de de hep o aynı eda: Anadolu serapa gizli bir değerler hazinesidir ve resmetmek bakımından tamamen bakirdir. Yargılamamak, hele tahfif etmemek kâfi.
Daha sonraları benzeri bir taşra gerçekçiliği tavrını, bir başka Nâzım Hikmet’in hapis arkadaşı Kemal Tahir’de görürüz. Yazarın görüşlerini dillendirmek için tasarlanmış karakterlerden geçilmeyen, yönlendirmelerle dolu, şablonik tarihi romanlarının zıddına onun hikâyelerinde başka bir gerçeklik anlayışına sahip bir yazarla karşılaşırız. Olanca ihtişam ve sefaletiyle insanımızın ruh ve his dünyasına sarkma ameliyesi… Abartmadan, yüceltmeden ve daha önemlisi asla küçümsemeden. Memuriyetin doğurduğu o ahaliye tepeden bakmacı tavır yerine, hapishanedeki eşit şartlar içerisinde, taşralıyı yargılamadan anlamaya çalışma gayreti, Göl İnsanları’nın satırlarına sirayet etmiş gerçekçiliği ortaya çıkaran atmosfer.
Aslında taşra gerçeğinin en kaydadeğer örneklerini, toplumcu gerçekçi anlayışla kaleme alınmış ve sonraları Köy Romanı diye tesmiye edilmiş ürünlerde aramak hakkımız. Gelgelelim kemmiyet bakımından parmak ısırtacak kadar verimli, 60’lı, 70’li yıllarda edebiyatımızda fırtına gibi esmiş, okurumuzu nice geceler uykusuz bırakmış bu külliyatın içerisinde, onca kemmiyete hiç yakışmayan bir keyfiyetle karşılaşırız. Sürü sepet Köy Enstitülü yazara rağmen varsa yoksa bir Fakir Baykurt ve varsa yoksa bir Yılanların Öcü.
İyi de bu taşra satan, üstelik çok satan yazarımız bile, nasıl oluyor da üzerinden 50 yıl geçer geçmez, edebiyatımızda ancak bir dipnot verisine dönüşüyor? Bildiğiniz gibi en ünlüleri gibi öbür Köy Enstitülü yazarların hepsi aslında köy çocuğu. O yüzden de hem doğdukları, hem de görev aldıkları yerlerdeki köylülerin hikâyelerini anlattılar hikâye ve romanlarında. Üstelik çoğu yaşanmış olaylara dayanan bu metinler, belki de edebiyat tarihimizde benzerini gösteremeyeceğimiz bir rüzgârla moda hâline geldiler; çok sattılar ve benzeri bir hızla yokluğa karıştılar; edebiyatımıza hakikaten mâlolmuş tek bir eser bile veremeden üstelik.
Niçini haftaya.