Türk ve İslam dünyasında, II. Dünya Savaşı’nı bir başlangıç noktası olarak alırsak, son yetmiş yılda en belirgin hadise farklı bölgelerde yaşanılan kitlesel sürgün ve göçlerdir. Kafkasya Türk ve Müslümanları, Kırım Türkleri, Bulgaristan ve Karabağ Türkleri yüzlerce yıldır yaşayageldikleri vatanlarından sürgüne zorlandılar. Onların yaşadığı sürgünün hatıraları bugün hâlâ canlılığını korumakla birlikte bu hadiseler, sürgün ve göçü yaşayanlar açısından çözüme kavuşturulmamış siyasî olaylardır. Filistin ve Bosna Müslümanlarının yaşadığı sürgün ve katliamlar da aynı şekilde bir siyasî sorun olarak çözüme kavuşturulmak bir yana süreci yaşayanlar için gittikçe kötüleşmektedir.
Türk ve Müslüman dünyada kitlesel sürgün, göç ve katliamların belirli bir coğrafî alanın, orada yaşayanlar için vatan olmaktan çıkarılması ve bunun için o coğrafî alanın dinî-etnik unsurlarından temizlenmesi anlamını taşıdığı açıktır.
Uygur Türklerinin Doğu Türkistan’da maruz kaldığı baskı politikalarını da coğrafyanın dinî-etnik unsurlardan temizlenmesi şeklinde tanımlamak gerekir. Bahsettiğimiz coğrafî alan, atalarımızın İslam ile ilk defa tanıştığı ve Müslüman olmaya başladıkları yerlerden biridir. Salt bu durum bile Çin’in kazanımlarını ve bizim kayıplarımızı gözler önüne sermektedir. Çin’in II. Dünya Savaşı’ndan bu tarafa sistemli bir şekilde uyguladığı siyaset Doğu Türkistan’ın adım adım Çinlileştirilmesi hedefine yöneliktir. Bir yerde direnç kırıldıktan sonra direnci kırılanlar açısından her şeyin bittiğini söylemek abartılı değildir.
Filistin sürgünü de İslam’ın sınır hatlarından birinde yaşanılmıştır. Her ne kadar Filistin, İslam dünyasının merkez coğrafyası gibi gözükse de Akdeniz’in doğu kıyıları, İslam dünyasının batı yönünde sınır hattıdır. Batı’nın Filistin’e verdiği önemi bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Filistin’den kuzeye, Anadolu’ya doğru Suriye’nin Akdeniz sınırlarında yaşanılanları bu açıdan görmek anlamlı sonuçlar çıkarmamızı sağlayacaktır.
Sürgün, göç ve katliamların İslam’ın coğrafî sınır hattında yaşanılıyor olması üzerinde durulması gerekli bir konudur. Bu konu, insan ömrünün sınırlılığı çerçevesinde anlaşılacak bir durum değildir. Mevcut hâl, ne kadar karmaşık olursa olsun, nesiller değiştiğinde sonrakiler için kabul edilmiş bir fiilî duruma dönüşebilir.
Saymış olduğumuz sürgün, göç ve katliam hadiseleri İslam dünyasının coğrafî olarak adım adım içe doğru çekildiğini göstermektedir. Bugün Batı ülkelerine doğru akan sürgünlerin Batı ülkelerini tedirgin etmesi bizim için yanıltıcı olabilir. Nihaî kertede bugün Batı’ya yönelen sürgünlerin asimilasyon ile neticelenmesi çok da beklenilmeyen bir sonuç olmayacaktır.
Haçlı Seferleri hedefi belirlenmiş topyekûn bir saldırı olduğu için anlaşılması zor olmayan vak’alar zinciridir. Üstelik Haçlı Seferleri bir cephe savaşı olduğu için tarafların pozisyonları hakkında zihnî bir karışıklık söz konusu değildir. Bir bakıma safların belirli olması geçmişi değerlendirme bakımından bir kolaylık sağlamaktadır. Fakat günümüzde İslam’ın sınır boylarında görülen katliam, sürgün ve göç hadiseleri jeostratejik bir dinî-etnik temizlik olmasına rağmen saldırıya uğrayanlar ve bu şekilde devam ederse gelecekte uğrayacak olanlar tarafından anlaşılmış gibi gözükmemektedir. Hâlbuki Haçlı Seferleri’nin amaçları ile bugün İslam’ın sınır boylarında yaşanılan etnik-dinî temizliğin amaçları aynıdır.
Bosna Müslümanlarının 1992’den günümüze kadar yaşadıklarını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Belirli bir coğrafî alan etnik-dinî unsurlarından temizlenmektedir. Önce bir katliam, sonra ekonomik ve siyasî baskı ve bu baskıların yol açtığı yılgınlıkla direncin kırılması açık hedeftir. Bosna’nın İslam’ın batıya doğru sınır boylarında yaşayan Müslüman Boşnakların ülkesi olduğunu hiç kimsenin hatırdan çıkarmadığı ve ona göre davrandığı unutulmamalıdır.
Kırım, İslam’ın kuzey sınırlarında Müslüman Türklerin yaşadığı bir coğrafî alandı. Her ne kadar 1783’te Ruslar tarafından ilhak edilip sürekli olarak baskı ve yıldırma politikalarına maruz bırakılsalar da Kırım Türkleri yüz elli yıldan fazla bir zaman Ruslara karşı direnmişlerdir. Kırım Türklerinin 18 Mayıs 1944’te yaşadığı son sürgün, yüzyıllardır devam eden Rus siyasetinin kendilerine yönelik son hamlesiydi. Kırım Türkleri, birçok kez tekrar eden sürgün, göç ve katliamlara rağmen millî varlıklarını korumayı başarmıştı. Ne var ki 18 Mayıs 1944’te Kırım’da sabitlenmiş direnç kırıldı. Bu tarihte Kırım’da asırlardır yaşamakta olan dinî-etnik unsur bütün kökleriyle birlikte vatanından sökülüp çok uzaklara götürüldü. Yolda ölenlerin, vardıkları yerde umutsuzca hayata tutunma çabasına yenik düşenlerin hikâyeleri hakikaten dayanılacak gibi değildir.
Kırım Türklerinin yaşadıkları dikkatle incelenmeli ve herkese anlatılmalıdır. Öz vatanları ile alakaları tamamıyla kesilse de Kırım Türkleri mücadeleyi bırakmamışlar ve Kırım’a dönme hakkı kazanmışlardır. Bu, istisnaî bir örnektir. Emperyalizm karşısında kaybedilmiş bir vatana geri dönüşün başka bir örneği yoktur. Ruslar, öz vatanlarına dönmeyi başaran Kırım Türklerini kendi vatanlarında yabancı ve varlığına tahammül edilmeyecek bir unsur şeklinde görmekten vaz geçmiyor. Bugün Kırım Türklerinin varlığı yine tehdit altındadır. İslam’ın kuzeye doğru sınır hatları yeniden içe doğru bükülmektedir.
Türk aydını kendi coğrafyasının sorunlarına yabancıdır. O ne Kırım’ı tanır ne Bosna’yı bilir ne Kafkasya’dan haberdardır. Türk aydını sadece Batı tarafından tanımlanmış sorun alanları üzerinde üretilmiş fikirleri tekrar eder. Bizim için 18 Mayıs 1944 ne kapitalizm komünizm mücadelesinin emek ve sömürü çelişkisine kurban edilecek bir yansımadır ne de büyük devletlerin kendi hayat alanlarını garantiye alma çabası açısından mazur görülecek bir hamledir. Hadiseleri bu şekilde değerlendirenler tarihimize ve coğrafyamıza başkalarının gözlüğü ile bakmaktadır. İslam’ın sınır hatlarında yaşanılan sürgün, göç ve katliamlar hiçbir zaman gündemimizden düşmemelidir.