1990’ların ortasıydı. Türkiye’nin en karanlık yılları başlamış, bütün ülke adım adım kuşatılıyordu. Rahmetli Erbakan’ın temsil ettiği siyasî gelenek kısmî bir başarı yakalamış olmasına rağmen Amerika, Avrupa ve İsrail üçgeninde hazırlanan kumpaslar Türkiye’nin siyasî ortamını felç ediyordu. Bu dönemde İslamcı gelenek üzerinde büyük bir baskı vardı. Bu çerçevede İslâmcı siyasî gelenek, küresel ölçekte kuşatılmış ve en tabiî hakların savunucusu gruplar terör suçlamasına maruz kalmıştı. Bir tarafta Irak harap olmuş, diğer tarafta demokratik mücadele ile iktidara yürüyen İslâmî Selamet Cephesi’ne müdahale edilerek Cezayir kan gölüne çevrilmişti. Başka bir tarafta da Azerbaycan ve Bosna faciaları yaşanıyordu. Bu dönemde yaşanan katliamların etkileri hâlâ devam etmektedir.
90’lı yıllarda bütün bir İslâm dünyası kuşatılıp terör parantezine alınırken FETÖ elebaşı Gülen ve örgütü hızla yükselmekteydi. Örgüt, bu yıllarda Türkiye dışına da taşmış, küresel denklemde önemli bir rol üstlendiğini göstermişti. Örgüt üyelerinin İsrail’de dahi okul açmakla övündüğü yıllardı. Bu dönemdeki Gülenci örgütsel ilişkilerin ne kadar önemli olduğu, sonradan haham olduğu anlaşılan Tuncay Güney’in o yıllarda FETÖ yayın organı Zaman gazetesinde çalışmasından da anlaşılabilir. (FETÖ’nün zararlı bir yapı olduğunu anlama işini 17-25 Aralık hukuk darbesinden sonraya bırakan bazı gazetecilerin, Tuncay Güney hadisesini görmezden gelmiş olması anlamlıdır. Hâlbuki Tuncay Güney, 17-25 Aralık’tan çok önce deşifre olmuştu.)
FETÖ’nün küresel ölçekte karmaşık ilişkiler ağının tam ortasında yer aldığı 90’lı yıllarda, elebaşı Gülen, Türkiye’de özel bir televizyon kanalında programa çıkarılmıştı. Gülen, konuşma boyunca entelektüel, barışsever, hoşgörülü vs. kimse rolünün hakkını veriyor ve sunucu da kendinden geçiyordu. Çünkü FETÖ elebaşı, konuşma arasına sıkıştırdığı mesajlarla siyasî İslâm karşıtı bir “cemaat lideri” olduğunu gösteriyordu. Gülen, konuşmanın bir bölümünde Avrupalı büyük ressamlardan da bahsederek kendince zirve noktaya çıkmıştı. Uyanık sunucu tam bu esnada Gülen’e “siz bu kadar geniş bir birikime sahipsiniz ama İslâmcılar arasında bunları bilen var mı” şeklinde bir soru yöneltti. Hiç unutmuyorum, Gülen, yüzünde biriken tiksintiyle “onlar ne anlar böyle şeylerden” şeklinde bir cevap vermişti. (Bu örnek hadiseyi de son dönemde anayasa referandumu ekseninde yaşanan tartışmaları bahane ederek 15 Temmuz darbe girişimini sadece fiilî olarak darbe girişiminde bulunanlarla sınırlandırmak isteyenlerin dikkatine sunuyorum.)
Kuşkusuz FETÖ’cüler ılımlı İslâm, siyasal İslâm karşıtlığı kurgusundan doğdu. Müslüman dünyanın bu şekilde bir iç çatışmanın hayata geçirilmesiyle büyük bir güç kaybına uğrayacağını biliyorlardı. Bu örgütün muadili yapılar farklı İslâm ülkelerinde mevcuttu. 1980’lerin devlet aklına hükmeden güçleri de Gülencilere her türlü desteği veriyordu. Sanırım 90’lı yıllarda, İslamcı geleneğin her yönden baskı altına alınmasına karşın FETÖ’cülerin küresel ölçekte bir güç hâline getirilmesi bazı kimselerin aklını çelmiş olmalı. Şimdi bu aklı çelinmişlerin de dâhil olduğu kimseler ya FETÖ’cülüğün kapsamını daraltmak ya da İslâmcılara da vurmak suretiyle hedef saptırmak istiyorlar.
İslâmcı gelenek bidayetinden beri birçok badireden geçti. Kanaatime göre I. Dünya Harbi’nde yaşanılan acı kayıplar da bu badireler arasındadır. O dönemde Pan-İslâmizm ve Pan-Türkizm suçlamaları çok yaygındı. Bugün de Amerika, Rusya, Avrupa ve İsrail arasında İslâm dünyasını harap etme yönünde büyük bir yarışın olduğu dönemden geçmekteyiz. Harap edilen ülkeleri tek tek saymaya gerek yok ama aynı İslâm ülkelerinden farklı nedenlerle sırtını Batı’ya yaslayan ve Batı adına hareket eden kişi ve gruplar da sayılamayacak kadar çoktur. FETÖ’nün çok aktif bir şekilde katılımıyla bütün Batı dünyası şimdilik İslâmcılık üzerinden büyük bir saldırı kampanyasının içindedir. Türkiye’ye özel olarak Türkçülük suçlamasının da kampanyaya dâhil edileceği açıktır.
Gerçekten büyük bir savaşın tam ortasındayız. Koskoca cumhurun reisi dahi ölümle tehdit edilirken İslâmcıları ontolojik bir şekilde İsrail, Amerika ve Avrupa düşmanı olmakla suçlamak Batı’dan ve İsrail’den bütün bir coğrafyamızı tehdit eden saldırıları İslâmcılara indirgemek anlamına gelir. Bu, zaten FETÖ ve sırtını Batı’ya yaslamış kişi ve gruplar tarafından kullanılan bir tezdi. Bu tezin Avrupa, Amerika ve İsrail tarafından üretilip kullanıldığını da unutmamak gerekir.
İslâmcı geleneğin FETÖ yapılanmasıyla uyuşmadığı ve FETÖ’nün İslâmcı geleneğe düşman olduğu doğrudur. Hatta bu örgütün bizzat İslâmcı geleneği durdurmak ve saf dışına itmek amacıyla kurulduğu da basit bir iddia değildir. Fakat 28 Şubat süreci, İslâmcı geleneğe büyük bir darbe vurdu. Çoğu İslâmcı, bundan sonraki dönemi bir suskunluk içinde yaşadı. FETÖ’cülerin alan hâkimiyeti tartışmasızdı. 28 Şubat’ı kurgulayan güçler, FETÖ’nün Türkiye’ye hâkim olmasını istediler. FETÖ’nün alan hâkimiyetinin tartışmasız olduğu dönemde kim nereye sirayet etti, bilemiyoruz. Zaman zaman alevlenen tartışmalar gerçek kimliklerin su yüzüne çıkmasını sağlayabilir. 28 Şubat’tan sonraki dönemde FETÖ ile birlikte hareket etmiş kimselerin, şimdilerde derin bir tedirginlik içinde olduklarını zannediyorum. FETÖ’nün ise yeri bellidir ve gelişmeler örgüt üyelerinin yeni bir toparlanma sürecini başlatmak istediklerini gösteriyor.
Erdoğan’ın “one minute” çıkışı yeni bir dönemi başlattı. Şimdi Türkiye’de FETÖ ekseni ile “one minute” ekseni arasında çok sert bir mücadele yaşanmaktadır. Bu, iki eksenin temsil ettiği fikirlerin çatışmasıdır. Kişileri aşan bir durumdur ve tarihî bir derinliği vardır.